27 Mart 2015 Cuma

Gezegen için sil baştan

Bilimle, akılla, alışkanlıklarımızla felakete sürüklediğimiz dünyayı kurtarmanın yolu, doğayı tanımaktan ve ona dokunmaktan geçiyor. Bu yazıdaki kitaplar bu konuda bize yardımcı olabilir

Erdem Şimşek




Her geçen gün daha çok adını duyduğumuz bir sorun küresel ısınma. Bilim ve akıl üzerine kurulan modern uygarlık, yok saydığı her şeyin varlık bulduğu, kıyameti getirecek olan kendi korkunç çocuğunu doğuruyor şimdi. Kütüphanelerini ütopyaların doldurduğu dünyanın gerçeği bir distopyaya dönüşüyor. Dünya liderleri ve alternatif sivil kuruluşlar çözüm için paneller, toplantılar düzenlerken, artık iklim değişikliğinin birincil sebep olduğu tufan, sel gibi felaketler, insanların, daha çok da yoksulların canını almaya devam ediyor. Ülkemizde ise başka bir zararlı tür, nerede bir dere varsa onun kökünü kurutuyor, nerede bir ağaç varsa oraya bir proje çiziyor.

Kendimizden başlasak

Tüm bu yapılanların sonuçlarını çok fazla geçmeden hep birlikte yaşayarak göreceğiz. Bu sırada dönüp bir de kendimize baksak fena olmaz. Nihayetinde biz de bu sonuçlara sebep olan yapının bir parçasıyız. Mutlaka ki biz de bir yanımızla sakatız. Ama kendimizi onarabilmek, şu hayata bizi kötürüm kılanın dayattığı bakışla değil, kendimize ait bir bakışla yaklaşabilir, hayatımızı da buna göre şekillendirebiliriz. Bu yazının devamında buna yardımcı olabilecek kitaplara bir göz atacağız. Hem gezegen için hem de kendimiz için bir sil baştan yapmamız gerekiyorsa, biraz kitap kurcalamak hiç fena olmaz.

Soyut tartışmalar yerine

Özellikle lise yılları ile birlikte gençlerin birçoğunda felsefeye yönelik bir ilgi oluşur. Felsefe kitapları okunarak kavramlar üzerine konuşmak ister birçoğu. Oysa adları bir kez tarihe filozof olarak kazınmış ve saygınlık halesiyle nurlanmış, değerleri tartışılmaz kılınmış birçok felsefeci, bugün yaşadığımız dünyanın bu hale gelmesinde ciddi bir paya sahip. Bizim ihtiyacımız olan şey kavramlar üzerinde akıl oyunları oynayarak onları tanımlayacak araçlar değil. Soyut tartışmalarla yine bu obur benliklerimizi doyururuz anca. Bugün bizim ihtiyacımız olan şey, yüzyıllarca doğru kabul edilenler sorgulatacak, bize bambaşka hayat tarzlarının mümkün olduğunu hatırlatacak olan kitaplar. Bu da akla öncelikle antropoloji kitaplarını getiriyor. Antopoloji deyince de akla ilk gelen isim Claude Levi-Strauss. Hemen her antropoloji kitabında ismiyle karşılaşabileceğiniz Levi-Strauss’un “Mondern Dünyanın Sorunları Karşısında Antropoloji” isimli kitabı konuya giriş için oldukça uygun ve kolay okunabile bir kitap. “Irk, Tarih ve Kültür” daha dolu bir içerik sunarken farklı metinlerden oluşan “Yapısal Antropoloji” görece ağır bir kitap. Okumadığım “Yaban Düşünce”nin de birçoklarının gönlünde yer ettiğini belirtelim.

Uygarlıklar ve çöller


John Zerzan’ın “Gelecekteki İlkel” isimli kitabı tarıma geçişle uygar insanın o kötü hikayesinin başladığını anlatır. Avcı-toplayıcı insana bir övgü niteliği taşıyan kitap, dil, sayı, tarım, sanat gibi maddeleri tek tek ele alarak bu kavramların getirdiği değişimi ve bu değişimle insanın doğadan kopuşunu anlatır. Bir zamanlar görkemli uygarlıkların bulunduğu bölgelerin çoğunun günümüzde çöle dönüştüğünü hatırlatan Zerzan’ın kitabı birtakım eleştiriler alsa da bize kavramları adım adım sorgulatan yapısıyla yine iyi bir giriş kitabı örneği sunuyor. Sil baştan yapmak istiyorsak Zerzan’ın kitabı iyi bir seçim olarak karşımızda duruyor. “İlerlemenin en kötü yanı yanılsama olması değildir, sonsuz olmasıdır” diyen John Gray’in “Saman Köpekler” kitabını da bu kitabın hemen ardından okuyabilirsiniz. Gray’in kitabı ilerleme, hümanizm ve türcülüğe karşı sert bir reçete gibi.

Mitoloji ve masallar

Antroplojiden sonra bir başka önemli kaynağını mitoloji ve masal kitapları oluşturuyor. Bu kitaplar, birçok kültüre ait söylenceleri bize yüzyılların gerisinden anlatıyor. Ancak burada tuzakların da her zaman bir olasılık olduğunu belirtmek gerekiyor. Zira, mitler de masallar da yapıyı sökücü olmaktan çok yapıyı tamlayıcı unsurlar olarak karşımıza çıkar. Yani, toplumun ahlaksal dayatmları mitlerin ve masalların içinde saklı olarak yaşarlar. Biz safça okurken onlar da arka planda bize bazı doğruları kanıksattırır. Örneğin bazı mitlerin farklı versiyonları vardır. Bu versiyonların sonunda en çok anlatılan, nihai ürün olarak karşımıza çıkar. Nihai ürün ise genellikle en zararsızıdır. Bu konuda iyi bir örnek olarak İskandinav mitolojosi ve Loki ile Baldur’un hikayesi verilebilir. Tanrıların en güzeli Baldur’u öldüren Loki, aslında onu öldürmek isteyen bütün diğer tanrıların isteğini gerçekleştirmiştir. Odin ve diğer tanrıların, şeytan kabul edilen Loki’den daha kötü oldukları, Loki’ye yaptıkları ile görülebilir. A.S. Byatt’ın “Tanrıların Alacakaranlığı”nı okuyarak yeryüzündeki bütün ‘kurucu’ tanrıların bir benzeri olan Odin’in gerçek yüzünü tanıyabilirsiniz. Orada bütün ‘kurucu’ değerleri de görmeniz mümkün olacaktır.

Hayvanlar üzerine


Levi-Strauss’un “İnsanın hem cinslerine karşı duymasını dilediğimiz saygı, hayatın bütün biçimlerine karşı hissetmesi gereken saygının özel bir durumudur sadece” sözünü her zaman aklımın bir kenarında tutarım. Bu gezegeni, içindeki tüm canlılarla birlikte paylaştığımızı unutmamak gerekiyor. Hayvanlar üzerine yazılan kitapları okumak, onları tanımamıza ve anlamamıza yardımcı olacaktır. Bu konuda külliyat da bir hayli zengin. Marc Bekoff’un “Düşünen Hayvanlar”, Marian Stamp Dawkins’in “Hayvanların Sessiz Dünyası”, Giorgia Agamben’in” Açıklık”, Robert E. Bieder’in “Toplumun Aynasında Ayı” kitapları iyi örnekler. Peter Singer’in “Hayvan Özgürleşmesi” ve Tom Regan’ın “Kafesler Boşalsın” kitapları da başlıklarıyla kendilerini tanıtıyor. Deniz Gezgin’in “Hayvan Mitosları”, bu başlıkta arayışı olanlar için iyi derlenmiş bir kitap. Edebiyat içinse iki çok sıkı öykü kitabı geliyor aklıma. Hannah Tinti’nin İnsan Çatlatan Hayvan Öyküleri” ve Lydia Millet’ın “Çareszilik Kuyusu” birbirinden güzel ve önemli öykülerden oluşuyor. Elias Canetti’nin“Hayvanlar Üzerine” isimli kitabı da ince bir hazine gibi.

Ütopyalar ve distopyalar


Gelecek bir distopyaya dönüşürken, ütopyalar da değersizleşiyor. Kusursuz bir dünya arayışı, bundan 2 milyon yıl önce de anlamsızdı, bugün de öyle. Aksine distopyalar her zaman okuruna çok daha fazla şey sunmuştur. Akla ilk gelen örnekler Orwell’in “1984”ü, Zamyatin’in “Biz”i, ve Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı. Bu üç kitaptan mutalak birisi, konuyu sevenlerin gönlünde yer etmiştir. Bilimkurgu ve fantastik edebiyatın içinde bize hayata farklı açılaran bakmamızı sağlayan birçok örnek mevcut. Bu dünyanın baş köşesinde de bugün Ursula K. Le Guin oturuyor. Geleceğe dair kurgularda, bu isimlerin yanı sıra Paolo Bacigalupi’nin “Kurma Kız”ı da önemli bir kitap olarak karşımıza çıkıyor. Küresel ısınma sonucu gıda tekellerinin hakimiyetindeki bir dünyayı anlatan “Kurma Kız”, zor ama sıkı bir kitap. Clifford. D. Simak’ın hem doğayla hem gelecekle ilişki kuran, insanın ve varoluşun özünden uzak gezegenlere varan kitabı “Kent”i de okumadan geçmeyin.

Biraz da ‘hayat’


Bu yazıda son kitap önerimiz Gudbergur Bergson’un “Kuğu’su. Bu kitabı sona saklamamın sebebi ise bilgiden çok hissiyata ihtiyacımızın olması. Çevre sorunlarına dair önümüze sayısız istatistik sunulsa da bundan çok bir şey anlamayacağız. Bilgi önemlidir ama sanıldığı kadar da önemli değildir. Çocuklarımızı yalnızca bilgi depolarına çevirirken onların benliklerini sakatladığımızın farkına bile varmayız. Bilgi soğuktur. Bu yüzden insan, çoğu şeyi ‘bildiği için’ yapmaz da ‘bildiği halde’ yapar. Bergsson’un Kuğu’su hırsızlık yaptığı için ailesinden uzak bir köyde çalışarak cezasını ödeyen bir kızın, çevresindeki doğayı tanıyışını anlatıyor. Çok şey anlattığını zannederken, girdaplarda boğulan birçok kitabın önünde bir yere sahip “Kuğu”. Kitap, ihtiyaç olarak gördüklerimizi bize vermek yerine içimize biraz hayat üflüyor.

- 16 Aralık 2014 tarihinde Yurt Gazetesi'nde yayınlanmıştır

 



 

Gizemli, uzak bir alacakaranlıkta

Platonov’un evreni, onun dünyayı tanımladığı gibidir: Bir bakışta her köşesini görmenin mümkün olmadığı gizemli, uzak bir alacakaranlıkta insana, insanın yaralarını gösterir

Erdem Şimşek




Yevgeni Zamyatin, Alexandr Soljenitsin, Mihail Bulgakov ve Andrey Platonov. Bu dört yazarın ortak noktası, hepsinin de Sovyetler Birliği’nin totaliter sisteminden paylarını almış olmaları. Özellikle Stalin döneminde bu yazarlar birçok sorunla karşılaşmış, sansüre uğramış ve ülkelerinden gitmek zorunda dahi kalmışlardı. Bulgakov, yaşadıklarını ironi ile dışa vurdu. Zamyatin, “Biz” gibi edebiyat tarihine geçmiş bir distopya kaleme aldı. Bugün ders olarak okutulan kısa öykülerinde “şifreli” diyebileceğimiz anlatımlar oluşturdu. Soljenitsin, acıyı, baskıyı en çok anlatmak için uğraşanlardandı. Platonov ise nerede bir yara görse, kalemi onu yazdı.

İçe dokunan hikayeler

Metis Yayınları’ndan çıkan “Muhteşem Vahşi Dünya”, bize neden Platonov’un çağının en büyük yazarlarından birisi olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Başlıca eserleri 1980’lerin sonlarına dek yasaklı kalan Platonov, romanları gibi öykülerinde de içe dokunan hikayeler anlatıyor. Daha çok askerden dönen erkeklerin hikayelerin yer aldığı “Dönüş”ten sonra bu kez “Muhteşem Vahşi Dünya”da insanın doğayla ilişkisinin ağırlıklı olduğu öyküler çıkıyor karşımıza. Öyküleri okudukça da Platonov’un her ne kadar baskıcı sistemle sorunlar yaşasa da temel meselesinin ideoloji olmadığını, insana ve doğaya çok daha geniş bir pencereden baktığını görebiliyoruz.

Her şeyin bittiği yerde

Platonov, yıkılan taşların altına bakar. Orada gördüğü yarayı ve o yaraya sebep olan yıkılmış taşları oluşturan manzarayı anlatır. Platonov insana inanır. İnsanın kardeşlik ve eşitlik düşlerine de. Ama bu eleştirmesine engel değildir. Modernizmin içinden bir modernizm eleştirisi getirir. Bunun en net örneği “Çukur” isimli romanında görülür. Platonov, “Çukur”da, geleceği ve umutları toprağa gömerken, gömdüğü şeyin ismi “Yeniden doğuş” anlamını taşır. Yıkanın da yaratanın da insanoğlu insan olduğunu hatırlatır. “Muhteşem Vahşi Dünya”da ise bu bakışa en yakın öykü “Afrodit”tir. Afrodit ismini verdiği bir kadına aşık olan ve savaşta kaybolan Afrodit’in ardından onu aramaya devam eden Nazar Fozmin’in hikayesidir bu. Gençlik yıllarında işçi sınıfının yaşamının anlamına duyduğu inançla yaşayan Fozmin, savaşın getirdiği yıkımla bir dönüşüm geçirir. Afrodit, hikayede Fozmin’in inançlarına paralel bir anlatım öğesine dönüşür. Bir gün çok inandığınız bir şey sizi terk edebilir! Ya da siz coşku dolu inancınızla yaşarken yok saydıklarınız da yaşamına devam etmiş olabilir! “Formin, alemde ya hiç varolmadığını ya da devrimden sonra mecalsiz ve zararsız bir halde yaşadığını zannettiği varlığı görmüştü. Oysaki bu varlık öfkeli bir yaşam sürüyordu, üstelik hakikatine inandığı bir akla sahipti” Yine de hikayeyi bir yıkıma çevirmez Platonov. Her şeyin bittiği yerde yine bir başlangıç vardır aslında.




Sonsuz değerini kavrayarak

Kitaptaki öyküler kendisi de mühendislik yapan Platonov’un Rusya’nın o sert doğası ile insanın zorlu ve tatlı ilişkisini ele alıyor. “Elektriğin Yurdu” isimli öyküde yaşlı bir kadını “sonsuz değerini kavrayarak” taşıtan, tavşanın kendi dilindeki gözyaşını duyan Platonov, insanı ve doğanın varlıklarını üzerlerine özenle eğilircesine, yaralarına dikkatle bakarcasına kaleme alıyor. Platonov’un yine Nazar Fozmin’in hikayesindeki şu cümleleri, onun evrene ve hayata ne kadar geniş bir perspektiften baktığını gösterirken, Platonov’un kendi evrenini de tanımlar gibidir: “O zaman, evvelce önünde sarih ve erişilir uzandığını zannetiği dünya gizemli uzak bir alacakaranlığa doğru yayıldı. – gerçekten karanlık, kederli yahut korkunç olduğundan değil, her yönüyle daha yüce olduğundan vebir bakışta her köşesini ne insan ruhunda ne de alelade vüslatta görmenin imkansızlığından.”


















Muhteşem Vahşi Dünya
Andrey Platonov
Çev: Günay Çeteo Kızılırmak
Metis Yayınları, 2014
176 Sayfa

- 12 Ekim 2014 tarihli Yurt Gazetesi Pazar Eki'nde biraz daha bilgi ağırlıklı (yazar hakkında) bir versiyonu yayınlanmıştır.




Bize dair o başka dünyalar

Margaret Atwood, 'Başka Dünyalar'da çocukluğundan başlayarak bilimkurgu ve fantastik edebiyatla ilişkisini anlatırken, sayfalar ilerledikçe kitabın içeriği mitler ve diğer yazarlara dair okumalarla zenginleşiyor

Erdem Şimşek




Aklı, gerçekliği ve bilimin kendisini her şeyin ötesine koymayı daha doğmadan öğrenmiş olan bizler için hayal ürünü olan her şey, küçümsenmeye müsait gelir. Ama bir ütopya okunabilir, zira o en yüce değerleri gösteren bir içeriğe sahiptir. Hayal kuran bir aklın değil, bilime ve felsefeye adanmış bir aklın ürünüdür. Öyle görürüz. Kara Ayin isimli kitabında ütopyaların totaliterizme giden yolunu çizen İngiliz siyaset felsefeci Jonh Gray, bugün içinde bulunduğumuz durumu anlamak istiyorsak ütopyaları değil distopyaları okumamız gerektiğini söyler.

BİR PETER PAN FİGÜRÜ

Gray ‘e göre “1984”, “Biz”, “Cesur Yeni Dünya” gibi distopyalar “Gerçekleşmesi olanakasız düşlerin ardına düşmekten kaynaklanan korkunç gerçekliğe ilişkin önsezili bakışlardır”. Bu bakış bize bilimkurgu ve fantastik edebiyatın hiç de küçümsenemeyecek bir yönü olduğunu hatırlatır.
Kendisi de daha çok distopik romanlarıyla tanınan Margaret Atwood, Kolektif Kitap’tan çıkan “Başka Dünyalar”da bilimkurgu ve fantastik edebiyatla olan kişisel ilişkisini farklı yollardan aktarıyor. Atwood, İlk bölümünde çocukluk ve ilk gençlik döneminde fantastik dünyalara olan ilgisini anlattığı kitabının ikinci bölümde ise Ursula K. Le Guin, George Orwell, Aldoux Huxley gibi yazarların eserlerine dair görüşlerini aktarıyor. Üçüncü bölümde de Atwood’un kaleminden beş küçük eser yer alıyor. Çocukluğundan başlayarak o büyülü zamanın süper kahramanlarını, uzaylılarını anlatan Atwood, süper kahramanların çeşitli özelliklerini de irdeliyor. Örneğin Batman’in yardımcısı Robin için “kendimizi kaptırırsak” diye ekleyerek şöyle bir tanım getiriyor: “Mitik sofistlerin bakış açısıyla Robin… doğa güçleriyle ilişkili bir ruh… Jungçular içinse Robin bir Peter Pan figürü. Hiç büyümüyor ve hatırlarsanız ebeveynleri çok küçükken cinayete kurban gittiği için duygusal gelişimi sekteye uğramış Bruce Wayne’in içindeki bastırılmış çocuğu temsil ediyor”

NEDEN SONUMUZ HEP CEHENNEM?

Sayfalar ilerledikçe bilimkurgu edebiyatında yeni konulara dalan Atwood, bilimkurguyu yorumlarken, mitlerden de sıklıkla faydalanıyor. Böylece, kişisel içerik, bilimkurgu üzerine çok katmanlı bir okumaya doğru ilerliyor. Ütopyalar ve distopyalar konusunda çıkarımları aynı olmasa da John Gray’le benzer sözler içerir Atwood’un yazdıkları: “Savaş sonrası dünyada birçok toplum, ütopik toplum mühendisliğini geniş ölçekte uygulamaya dökme fırsatı bulmuştur. Bu anlamda en dikkate değer örnekler Lenin ve Stalin yönetimindeki SSCB ve Hitler’in kontrolündeki Almanya’dır. Her iki örnekte de sonuç, eşi benzeri görülmemiş şekilde kan dökülmesi ve söz konusu sözde ütopik sistemin nihai yıkımıdır.” Ve şu soruyu sorar Atwood: “Neden cenneti, sosyalist, kapitalist ve hatta ilahi cenneti hedeflediğimizde ortaya çıkardığımız şey mütemadiyen cehennem olur?”

BİRLİKTE OKUYUN

Bilimkurgu ve fantastik edebiyat üzerine “Başka Dünyalar”la birlikte çoklu bir okuma içine girmek isterseniz size iki de kitap tavsiye edelim. Editörlüğünü İngilizlerin bol ödüllü yazarı Chinia Mieville ile Mark Bould’un yaptığı Kızıl Dünyalar, bilimkurgu edebiyatını marksizmle ilişkilendiren farklı metinlerden oluşan 13 yazarlı bir kitap. Jo Walton’un Hugo ve Nebula Ödüllü kitabı “Ötekiler Arasında” ise büyü yapabilen, perilerle iletişim kurabilen küçük bir kızın günlüğü şeklinde yazılmış. Bilmikurgu kitaplarını çok seven baş karakter Mori’nin günlüğü bilimkurgu ve fatastik kitapların tarihçesi gibi. Merak ettiren, sevdiren, öğreten bir günlük…

Başka Dünyalar
Margaret Atwood
Çev: Selin Siral
Kolektif Kitap, 2014
264 Sayfa

- 29 Temmuz 2014 tarihinde Yurt Gazetesi'nde yayınlanmıştır

Mars’ta tek başına

Andy Weir’in 2014’e damgasını vuran kitabı Marslı, zayıf noktaları olmakla beraber, kızıl gezegende şimdiye kadar pek karşılaşmadığımız türden farklı bir deneyim sunuyor

Erdem Şimşek




Goodreads okurları tarafından 2014 yılının en iyi bilimkurgu kitabı seçilen Marslı, İthaki Yayınları tarafından Emre Aygün çevirisiyle kısa sürede dilimize kazandırıldı. Andy Weir tarafından kaleme alınan kitap, Mars’a göreve giden Ares 3 ekibinden öldü sanılarak bırakılan Mars’ta bırakılan Mark Watney’in hayatta kalma öyküsünü anlatıyor. Şiddetli bir fırtına içerisinde Watney, baygın bir halde yerde yatarken, ekibin kalanı kendi canlarını da kurtarmak zorunda kalarak Mars’tan ayrılır. Ancak Mars’a tekrar bir uzay gemisi göndermek öyle kolay birşey değildir. Bu aylar alacak bir süreçtir. Esasen bir botanist olan Watney, kendine geldikten sonra burada tek başına bir yaşam mücadelesi verir. Üstelik, hayatta olduğunu duyurmanın bir yolu da yoktur.

Hayatta kalmak için


Watney, hab isimli uzay evinde yaşadığı ve yaşayabileceği her türlü soruna çözümler arar. Oksijen ve su üretmesi, elindeki vitaminlerin haricinde kalori ihtiyacını karşılayacak bir besin üretmesi gerekir. Ve Watney, Mars’ta patates yetiştirmeye başlar. Üstelik kitapta her şey o kadar bilimsel bir dille anlatılır ki, bunun olabileceğine inanarak okumamanız için hiçbir sebep kalmaz. Watney’in günlükleri şeklinde başlayan kitapta hikaye ilerledikçe pencereler çoğalır. Hikaye Watney’in günlükleri ile Mars’tan, NASA birimlerinin koşturması ile dünyadan ve vicdan yükünü taşıyan bir grup insan olarak Hermes isimli uzay gemileri içindeki Ares 3 ekibinden olmak üzere 3 farklı noktadan anlatılır. Belki de bir okur olarak Mars’la en gerçekçi teması oluşturmamızı sağlayan kitap, bizi kızıl gezegenin soğuk ve uzayıp giden boşluklarla dolu korkutucu atmosferinde de sıkça dolaşmaya çıkarıyor. Burası herhangi bir yer değil, burası en ufak bir hatada, içeriden dışarıya boşluğa çekilerek ölüme yutulacağınız bir gezegen. Burada Marslılar ya da varlık değil, yokluk öldüren.

Peki ya Dünyalılar?


Weir’in kitabı yarattığı atmosferdeki ve bilimsel başarısına karşın, edebiyat olarak o kadar doyurucu değil. Kitabın en büyük başarısı NASA, Mars ve uzaya dair taşıdığı yığınla bilgi iken, başarısızlığı ise klişeleşmiş Amerikan tarzı espriler ve insan yaşamının değeri noktasında hissettirdiği çelişkiler. “Bu hayatta üç milyar dolarlık bir uzay aracını tahrip ettiğini söyleyebilecek pek fazla insan yok ama ben onlardan biriyim işte” diyen Watney ve hikaye içerisinde geçen hemen hemen bütün NASA yetkilileri için Mars’taki o tek kişinin yaşamı için dökülebilecek tonlarca paranın bir önemi yok. Watney’in dalga geçercesine söylediği 3 milyar dolar, dünyadaki sorunların büyük kısmını çözebilecek bir rakam. Bir Amerikalı bunu kolayca hazmedebilir ama sanıyorum ki açlığı daha çok tanıyan coğrafyalarda bu pek mümkün olmaz. Marslı, bize Intersetllar’ın (Yıldızlararası) yaşattığı ‘kendi gezegenimiz mi, uzak gezegenler mi?’ sorgulamasını da yaşatmıyor. Yazar, bu çelişkileri de işleyebilseymiş, eserini çok daha sağlam bir yere taşıyabilirmiş.

Beyazperdeye taşınıyor

Marslı, muhtemelen 2015 sonlarında beyazperdede de seyirciyle buluşacak. Ridley Scott tarafından sinemaya uyarlanan hikayenin başrolünde ise Matt Damon yer alacak. Bir kitabı filmden önce okumanın tadı başkadır. Sizin hayalgücünüzde oluşturduğunuz görüntüler perdede yansıyanla kendisini kıyaslar. Bu kitaptaki ayrıntıların büyük kısmı filmde yer almayacaktır. Bu yüzden de film öncesinde kitabı okumak ayrı bir önem kazanıyor. Edebi açıdan yeterince doyurmasa da Marslı, o kızıl gezegende pek benzerini okumadığımız bir deneyim sunuyor.



Marslı
Andy Weir
Çev: Emre Aygün
İthaki Yayınları, 2015
416 Sayfa

- Yurt Gazetesi'nde yayınlamıştır


Artık masallar ‘yeşil’e

Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan “Bir Masal Anlat” 15 yazarın kaleminden 15 masalın yeniden yazımlarından oluşuyor

Erdem Şimşek



Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan “Bir Masal Anlat” 15 yazarın kaleminden 15 masalın yeniden yazımlarından oluşuyor. Filiz Özdem’in hazırladığı ve Emine Bora’nın resimlediği kitapta hem çocukluğumuzdan bildiğimiz masalları yeniden hatırlıyor hem de bu masllarda gizli kalmış anlatım ve anlam olasılıklarını yeniden gözden geçiriyoruz. Bu yönüyle de kitabın her yaşa hitap ettiğini söyleyebiliriz. Nelerle karşılaşıyoruz bu kitapta? Çirkin kurbağaya dönüşen insan değil, çirkin insana dönüşen kurbağayla mesela! Ya da prensin sırf prenses diye evlenmek istediği, oysa prenses olmak umrunda olmayan sanatçı bir kızla. Ya da Ezop’un ‘eden bulur’unu reddeden, arkadaş olmayı başarabilen tilki ve leylekle. Ya da cadıyla hiç karşılaşmayan ama ailelerinin terk etmesi sonucu yapayalnız kaldıkları ormanda karanlık, soğuk bir teselli bulan Hansel ve Gretel’le… Ya özneler yer değiştiriyor ya anlamlar tersine dönüyor ya da açılar değişiyor ve her halükarda bildiğimiz bir hikayeye farklı bir noktadan bakıyoruz.

Yeniden doğaya bakmak


Kitaptaki öykülerde dikkat çeken bir ortak nokta, çevre duyarlılığı. İşin ilginci şu ki, klasik masallarda (Batı kültürüne ait olanlar) öğelerin çoğu doğadan alınsa da bir çevre duyarlılığı görmek çoğunlukla mümkün olmaz. İşin özü çoğunlukla insana dair ahlak çıkarımlarıdır. Hayvanlar ve doğa bu amacın nesneleri olarak kalırlar. Aslında onlar yine insanlığın uzantılarıdır. Birer prototip olarak “Kurnaz”ın, “Güçlü”nün yerini alırlar. “Bir Masal Anlat”taki çevre duyarlılığı bu noktada insanlığın ahlakla ilgili sorunlarının temelinde doğayı algılama şeklinden kaynaklanan sorunların olduğunu hatırlatıyor. Ya da diyelim ki, yaşamı olumsuz yönde dönüştüren insan, bu amansız yolculuğunda ne olduğunu hatırlamak için dönüp yeniden doğaya bakıyor. Bu yönüyle kitap, belki çok bilinçli yapılmasa da masalların insan merkezli anlatımının da dışına çıkıyor. Artık masallar, insan için değil, yeşil için, doğa için anlatılıyor.



Bir Masal Anlat
Hazırlayan: Filiz Özdem
Resimleyen: Emine Bora
Yapı Kredi Yayınları, 2014
 156 Sayfa

- Yurt Gazetesi'nde yayınlanmıştır

Bütün gürültüsüyle dönüyor dünya

Sesin beşeri tarihini anlatan ‘Gürültü’, sesin her insanda içkin bilgisine sahip olan okura, seslerin sırtında bir zaman yolculuğu yaptırıyor

Erdem Şimşek



David Hendy’nin “Sesin Beşeri Tarihi” alt başlığını taşıyan “Gürültü” kitabı, dünyaya başka başka pencerelerden bakıp, bakacak penceresi kalmayanlar için farklı bir seçenek sunuyor. Hendy, algının bir başka öğesine oynayarak dünyayı başka bir pencereden “duymamızı” sağlıyor. Sesler üzerinden yazılmış bir dünya tarihi kitabı bu. Biraz Eduardo Galeoano kitapları gibi ama içerdiği notlar kesik kesik değil, daha geniş bölümlerle, daha ayrıntılı anlatılıyor. 6 bölüm altında 30 yazıdan oluşan kitabın her bölümü kulağımızı açarak dinlediğimiz farklı bir tecrübe sunuyor. Bölümler ve yazılar kronolojik bir içeriğe sahip olsa da yazılar içerisinde bugünden geriye atlamalarla zamanı hem enine hem boyuna kullanıyor Hendy. Yazar, sesin evrenselliği ve zamansızlığını kullanırken, biz de o sesleri sesin her insanda içkin bilgisi ile hayal ettiğimiz kadar duyabiliyoruz da.

MAĞARA DUVARLARINDA ENSTALASYONLAR

Beşeri tarihin başlangıcından, mağaralarda yaşayan insanlardan başlıyor Hendy. Mağara resimlerinin yapıldığı duvarlar üzerine bir araştırmadan bahsediyor bu ilk bölümde. Her mağaranın kendine özgü akustiği sebebiyle farklı seslerin oluşabildiğinden bahsederken, bilimadamlarının ilginç bir keşfini anlatıyor. Araştırmalara göre mağara resimlerinin hangi duvara yapıldığı tesadüfen belirlenen bir şey değil. Mağara duvarlarında seken onlarca ses, o özgün akustikte bir yerde farklı, ruhani ya da hayvani bir sese dönüşüyor. Üzerlerinden bir kanat sesi geçtiğini duyuyorlar örneğin. Resimler de tam da o sesin geçtiği yere yapılıyor. Aslanlar, ayılar, kuşlar mağara ressamlarının sesli estalansyonlarına dönüşüyor bir anlamda.

TAŞ MELEKLERİN ŞARKILARI

Sesin toplumlar üzerindeki etkisi, bağlayıcılığı ve kullanımlarına dair farklı örneklerle kitap her adımda zenginleşen bir içerikle ilerliyor. Bölümler ilerledikçe “Acaba şimdi nereye gidiyoruz?” diye merak ediyoruz. Afrika’da kullanılan konuşan davulların bir lisana sahip olduklarını ve anlaşılmaları için bilerek uzun cümleler kurulduğunu öğreniyoruz. Kiliselerin dış cephelerinde bulunan şarkı söyleyen meleklerin sırlarını öğrenirken, Obama’dan Cicero’ya hitabeti kıyaslıyor, bugünün Roma’sından Antik Roma’ya varırken aynı kalabalık ve işitsel peyzajlardan geçiyoruz. Kilise çanları ile Ortaçağ’dan geçerken, günümüze yaklaştıkça isyanlar, devrimler, savaşlar, makineler ve iletişim çağı daha da yükselen bir gürültünün içine yuvarlanıyoruz.

TERS TEPEN GÖSTERİ

Sesin toplumsal sınıflar arasındaki etkileşimlerine de kitapta Roma’da, Kolozyum’da yapılan gösteriler üzerinden kalabalıkların ne kendilerinin hayal ettikleri kadar özgür ne de yönetici grubun hayal ettikleri kadar itaatkar olduklarını anlatır. Anlattığı örnek ise bir iktidar gösterisinin nasıl ters teptiğinin hikayesidir. Bu hikaye bize fazlasıyla tanıdık gelir. “Julius Cesar’ın güçlü rakibi Pompey, MÖ 55 yılında Roma halkı için on yedi ile yirmi filin boğazlanacağı bir gösteri sahneliyordu. Kalabalık, düşmanlarının kalkanlarını yakalayıp havaya fırlatan bir filin görüntüsüyle eğleniyordu. Ama sonra bazı filler kendilerini kuşatan kazıklı çiti kırmaya çalışınca, kalabalığın arasında, Plinius’un ifadesizyle ‘bazı sorunlar’ baş gösterdi. Fillerin böyle cesurca dövüştüğünü gören kalabalık, hayvanların can çekişme seslerinden rahatsız olmaya başladı. Plinius bu seslerin ‘tarif edilemez’ olduğunu söylemekle yetiniyordu. Ancak Hint savaşlarına dair anlatılar, kılıçlar, hançerler ve oklarla yaralanan fillerin can havliyle kendilerini oradan oraya atarken ‘turnalar gibi’ çığlık attıklarından bahseder (…) Pompey’i ve kendilerini onurlandırmak için özel olarak düzenlediği gösteriyi unutan seyirciler gözyaşları içinde tek vücut olarak ayağa kalktılar ve Pompey’e, etkilerini kısa zamanda göreceği şiddetli lanetler yağdırdılar”.





Gürültü: Sesin Beşeri Tarihi

David Hendy

Çev: Çiğdem Çıdamlı

Kolektif Kitap, 2014

320 sayfa

3 Mayıs 2014 tarihinde Yurt Gazetesi'nde yayınlanmıştır

Dünyayı gözünüzde büyütmeyin!

Okan Okumuş'un Kolektif Kitap'tan çıkan “Yaşasın Sırt Çantası: Gezginin El Rehberi” kitabı, dünyayı gezmeyi aklının ucundan geçirmeyenleri bile yerinden kaldırabilecek bir içerik sunuyor

Erdem Şimşek



Okan Okumuş’un dünyayı gezmek isteyen ancak bunu nasıl yapacaklarını bilemeyenler için kaleme aldığı “Yaşasın Sırt Çantası: Gezginin El Rehberi”, ulaşım araçlarından, rota belirlemeye, internet hizmet ve fırsatlarından sırt çantasını düzenlemeye kadar birçok önemli ayrıntıya yer veriyor. Genellikle Asya ve Latin Amerika ülkelerini gezdiğini belirten Okumuş’un tecrübeleri de daha çok bu bölgeler üzerine odaklı. Okumuş, kitabıyla dünyayı gezmeyi hiç düşünmeyen, aklının ucundan geçirmeyen birisini bile harekete geçirecek bir içerik sunuyor. Bunu da bize dünyanın cazibesini ve imkanlar dahilinde yapılabilecek birçok şey olduğunu hatırlatarak yapıyor. Hiç akla gelmeyecek, öneminin ancak okuduğumuzda ayrımına varabildiğimiz ayrıntılar bile mevcut kitapta. Okumuş, turist değil ‘gezgin’ olmayı tercih ettiğini belirtirken, bu ayrımı da dünyayı nasıl deneyimlediği üzerinden yapıyor. Yine de bu noktada bu ayrımın çok da net bir ayrım olmadığını belirtmek gerek. Zorlamaya çalışıldığında boşa düşebilecek bir ayrım bu. Yine kitap içerisinde ‘gezmeye övgü’ içerikli edebi alıntıların da gereğinden biraz fazla olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu alıntıların her okurun algısında farklı etkilerde bulunacağını, kitaba bir zenginlik katacağını da ekleyelim. Bu tarz bir kitapta okurun en çok çekineceği şeyin yazar olacağı öngörülebilir. Bu konuda şüpheleri olanlar, Okumuş’un bloğuna bir göz atabilirler. sinirlarikaldirdim.blogspot.com.tr/ adresinde hem gittiği ülkeleri, deneyimlerini paylaşan Okumuş hakkında hem de paylaştığı yazılar ve fotoğraflar sayesinde gezdiği ülkeler hakkında bilgiler edinebilirsiniz.

BU KİTAP KİMLER İÇİN?


Son sözü kitabın arka kapağında yer alan ve kitabın amacını anlatan şu sözlere bırakalım: “Bu kitap “yıllardır dokuz-beş çalışmaktan bunalarak biraz olsun boyunbağlarını gevşetmek isteyenlere, deniz-kum-güneş tatillerine kültürel alternatifler arayanlara, bir tur acentesi rehberinin peşine takılıp gezmekten yorulanlara, köklerini bir saksı yerine uçsuz bucaksız topraklara salmayı dileyenlere yol göstermeyi ve ilham vermeyi, dünyayı gezip yeni yerler keşfetmenin sanıldığı kadar zor olmadığı gerçeğini örneklerle ve yaşanmış tecrübelerle gözler önüne sermeyi amaçlıyor”.







Yaşasın Sırt Çantası : Gezginin El Rehberi
Okan Okumuş
Kolektif Kitap, 2014
224 Sayfa



- 14 Haziran 2014 tarihinde Yurt Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Hikayenin sonunda o dünyaya özlem

'Hobbit: Beş Ordular Savaşı', birtakım eksiklikleri olsa da Bilbo ve Thorin gibi karakterleri ve artık içimize işleyen o büyülü dünyaya dair son görüntüleri içermesiyle bizi yine kalbimizden vuruyor

Erdem Şimşek



Orta Dünya’nın beyazperdedeki hikayesinin sonuna geldik. En azından Hobbit: Beş Ordunun Savaşı’nın bu dünyadaki son film olduğunu söyleyen yönetmen Peter Jackson’ın açıklamaları bu yönde. Hobbit üçlemesinin bu son filmi, bir önceki filmin sonunda uyandırılan ejderha Smaug’un, Yalnız Dağ’dan kaçarak Gölkent’e saldırma sahnesiyle başlıyor. Bu giriş sahnesi filme yüksek enerjili bir giriş sağlıyor. Beklenildiği üzere Bard’in Gölkent’i kurtarmasıyla film hikaye temposuna geri dönüyor. Bu noktadan sonra cüce kral Thorin Oakenshield’ın ele geçirdiği dağ ve hazine içinde kişisel bocalamaları ve bu hazinenin peşine düşen elflerin, orkların hikayesine odaklanıyoruz. Bir koca dağın içinde yanında bir düzine cüceyle bir cüce kral, dışarıda bir elf ordusu ve Sauron’un yeniden ortaya çıkmasıyla hepsinin üzerine yürüyüşe geçen bir ork ordusu. İçten dışa halkalar şeklinde bir savaş ortamı adım adım gelişiyor. Tüm bunların sonunda da daha önceden de duyurulduğu üzere 45 dakikalık savaş sahnesi yaşanıyor.

Bilbo, Frodo’nun önünde

Filmin tek Hobbit’i Bilbo Baggins, belki çok ön plana taşınmıyor ama hikayenin içinde kilit bir rol üstleniyor. Bilbo Baggins’in yeğeni Frodo’ya göre çok daha etten kemikten, çok daha güzel işlenmiş bir karakter olduğunu söyleyebiliriz. Bir gücü olmadığı halde pratik aklıyla sorunlara çözümler getiren Bilbo, filmde göründüğü her sahneyi değerli kılıyor. Cüce kral Thorin de Tolkien kitaplarındaki gururlu cücelerin çok yerinde bir temsili olarak görülebilir.Filmin sonundaki Yüzüklerin Efendisi’ne geçiş diyalogları da yeniden bu üçlemeyi izleme ihtiyacı hissettiriyor.

Yolculuk mu savaş mı?


Hobbit: Beş Ordular Savaşı’na dair birçok yorumun hayalkırıklığı şeklinde olduğunu belirtelim. Peki kötü mü film? Sanki biraz ‘fazla teknoloji’ kurbanı gibi. Filmde savaş sahneleri yer yer video oyunlarındaki görüntülere benziyor. Birçok kısmı yine dijital teknolojiyle üretilen mekanlar da malesef yapay kalıyor. Sonuçta filmin savaş sahneleri Yüzüklerin Efendisi’ndeki savaş sahnelerinin gerisinde kalırken, görüntülerdeki pastorallik de mumla aranıyor. Her iki üçlemede de olduğu üzere ilk iki film birer yolculuk ve macera filmleri iken, son filmler birer savaş filmi olarak karşımıza çıkıyor. Burada hangisinin daha değerli olduğu da izleyiciye göre değişiyor.

Dağınık bir 45 dakika

Hobbit Beş Ordular Savaşı’nın 45 dakikalık savaş sahnelerine ayrı bir parantez açmak lazım.İlk açıklandığında birçok kişiyi heyecanlandıran bu 45 dakika, filmdeki savaşın dağınık ve bölünmüş yapısıyla izleyiciye istediğini vermiyor. Aslında bir yanıyla tek tek ikili dövüşlere dönüşen bu sahneler, belki biraz daha uzatılmadan ya da diyaloglarla daha iyi açımlanarak işlenseymiş belki bambaşka bir savaş deneyimi de sağlayabilirmiş. Yine de ben bu dağınık yapıdan çok şikayetçi değilim. Bu son film, eksikleri olsa da yine çok değerli. Orta Dünya’ya dair yeni bir film yapılmaması da dert olmamalı. Hikayelerin bitmeyeceğini bize başka hikayeler hatırlatacaktır. Bekleyelim ve görelim.

- 19 Aralık 2014 tarihinde Yurt Gazetesi'nde yayınlanmıştır

O kuyunun dibinde biz varız

Çaresizlik Kuyusu bize şunu hatırlatıyor: Hayvanlar üzerinde deneyler yapan bilim adamları, bilimin ve bilginin ışığında insanın vardığı son noktanın bir ürünüdür 

Erdem Şimşek



Fethiye’de HDP ilçe binasının açılışında yaşananları hepimiz gördük. Öte yandan yine bu hafta içerisinde Amasya’da toplanarak yakılmış köpeklerin görüntüleri ortaya çıktı. Hayvanı yakmaktan insanı yakmaya geçişin çok ince bir çizgi üzerinden olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama hep unutuyoruz… Yakılan köpeklerle ilgili youtube’da paylaşılan videonun da altında “seçim öncesi karşı tarafı karalamak için yapılmış olabilir, her belediye yapıyor, köpeklerin dokuz doğurduğunu biliyorsunuz” gibi yorumlar var. Fethiye’deki olayın videosunun altındaki yorumlarda ise “Kimsiniz lan köpekler, Fethiye’me geliyorsunuz, burası güneydoğu değil, akıllı olacaksınız” gibi yorumlar var. O çizgi çoktan geçilmiş. İnsanı insan yapan bir şeyler varsa bile birçok insanın yüzüne baktığımızda bunu görmek pek mümkün olmuyor. Bu durumu yalnızca eğitimszliğe yüklemiyorum. Eğitim önemlidir ama bazen de bir ezber üzerinden sorunları derinleştirir, görünmezleştirir. İnsanın üstünlüğü meselesi tam da böyle bir şeydir. Baştan söyleyeyim, hep söyleyeyim: İnsan, üstün falan değildir. Evet, bazı yönleri gelişmiştir ama bazı yönleri de kısırlaşmıştır, körelmiştir. Hala birçok kitapta yalnızca insanın dili kullandığından bahsedilirken, her geçen gün hayvanların da iletişim kurabildiklerine dair veriler ortaya çıkıyor. Sevgi , erdem, varlığın kendisi ile birliği, doğa ile bütünlüğü konularında bizim varamayacağımız noktalarda oldukları da su götürmez. Bizim yaşamamız kendimizi ve çevremizi kandırarak. O zaman burada duralım. İnsan aklının gelişkin olduğunu teslim ederken şunu vurgulayalım: peki insan mıdır aklını kullanan, o akıl mıdır insanı kullanan?

EDEBİYATIN GERÇEKLERİ

İnsanın ne olduğunu anlamanın yolu insan tarafından geliştirilmiş kurumların, yapıların içindeki rollerimiz üzerinden anlaşılamaz. Tüm o yapıların dışındaki hayvanlar ve doğa, bize ne olduğumuzu hatırlatacak, öğretecek şeylerdir. Bu yüzden hayvanlara dair kitaplar okumak da önemlidir. Edebiyatın bilim olmadığını, bilim kadar ispat istemediğini hatırlatırım. Biz ispatlanana kadar beklesek de, edebiyat bize kendi hissettiği gerçekleri söyler. Bilim dünyası geçtiğimiz günlerde köpeklerin sesleri insanlar gibi algılayabildiğini duyurdu. Bakın o zaman Lydia Millet ilk kez 2010 yılında basılan Çaresizlik Kuyusu’nda ne yazmış: “Köpek gezdirici, köpeklerin kelimelerle işi olmamasına minnettardı çoğu zaman, yine de ses tonundan anlıyorlardı. Deri pantolonlu kadının onları gücendirdiğinden şüphelenmişti, çünkü kapıya ilerlerken başlarını eğmişlerdi. Köpekler seslerin anlamını çözebiliyorlardı.”

EN ÜST NOKTADA CİNAYET!

Çaresizlik Kuyusu, çok iyi düşünülmüş ve aynı derecede iyi yazılmış bir kitap. Tarihten öğeler de taşıyan öyküler bize farklı noktalardan hayvan ve insan arasındaki çizgilere dair hikayeler anlatıyor. Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerden, bir insandan çok bir hayvanı sevme sebeplerimize, Chomsky gibi en aydın kişilerin bile doğası gereği bilemeyeceklerinden hayvana dair korkulara nasıl baktığımıza kadar geniş açılarla hikayeler anlatarak bize ne olduğumuzu sorgulatıyor.

Kitabın ilk öyküsü “Yavru Maymunlarda Bağlanma”, deney için uzun süre izole edilen yavru maymunları anlatır: “Çaresizlik kuyusunın yanından geçerken, Minetrone’nin kuyusuna baktı. Başını gördü. Maymun öylece duruyordu. Onu izlemeye başladı, hayvan kımıldamadı. Maymunda hiçbir canlılık emaresi yoktu. Sonunda vazgeçmişti. Artık pes etmişti. Cılız kolları vücudunun iki yanına sarkmış, hiçbir şey yapmıyordu. Kamburu çıkmış küçük bir yaratık. Hiçbir şeyi kalmamış. Tamamen gitmiş.” Maymunu bu duruma getiren bir bilimadamıdır. Bilim ve bilginin ışığında insanlığın vardığı noktanın bir ürünü olan bilimadamı!

BUDALA PRİMAT

“Kız ile Zürafa” isimli öyküde Kız, dişi bir aslanın adıdır. Bir film çekiminin ardından Oğlan isimli bir başka aslan ile birlikte bir insan tarafından sahip edinilmiştir. Aslanların sahibi George Adamson, onları doğaya da gidebilecekleri bir çiftlik evinde besler. Kız, vahşi hayata çabuk uyum sağlarken, Oğlan pineklemeyi ve Kız’ın getirdiklerini yemeyi tercih eder. Bir gün Kız, bir grup zürafayı kaçırır ve bir yavru zürafa ile başbaşa kalır. Ancak bu kadar kolay bir avı yakalamak yerine bir anda durur. Aralarında gizli, sessiz bir anlaşma gerçekleşir: “Sanki dünyanın tüm olasılıkları Kız’la zürafanın içinden akıp gitmişti, dedi Adamson. Ve kendisi, olup biteni anlamaya çalışan ve anlayamamanın verdiği, sabırsızlık, kızgınlık ve huzursuzlukla çalıların arasında çömelmiş bir primattı budala olan. Primat olduğu için onları izlemişti ve primat olduğu için sonsuza dek onlardan ayrı kalacaktı”

Çaresizlik kuyusu, insana ve hayvana dair çok perspektifli bir içerik sunuyor okura. Kurumların ve kalıpların şekillendirdiği akıl tarafından yönetilmek değil, aklının ve kendisinin unutulmuş, geride bırakılmış sırlarını yeniden keşfetmek isteyen okura, bilimin istediği kesinliğe ihtiyaç duymayan edebiyatın dilinde acı, soğuk, güzel hikayeler anlatıyor.




Çaresizlik Kuyusu

Lydia Millet

Kolektif Kitap, 2014

153 Sayfa

– Yurt Gazetesi’nde 11 Mart 2014 tarihinde yayınlanmıştır

Ruh bağlayan bir gerçekliğin peşinde

Rey Rosa’nın Guatemala’sı insan ruhunun susuzluğundan beslenen, insanı kötürüm kılan bir gerçekliğin yaşadığı puslu bir coğrafyadır

Erdem Şimşek


Bir korumanın güneş gözlüğünün ardındaki soğuk bir dünya burası. Cayetano (Cayo); köyünden, taşranın kendisinde açtığı boşluk hissinden çıkagelen bu deneyimsiz ama yetenekli genç oğlan, yine bir koruma olan Chepe Dayı’sının sürdüğü cipin siyah camlarının ardından yeni geldiği şehri izliyor: “Cayetano, hafif şaşkın, siyah, polarize camlı Chevrolet Tahoe-Blazer’a bindi ve kapılar kapandığında şeffaf ve karanlık bir hakikatsizliğe gömüldüğünü hissetti”. Burası filmde ilk verilen birkaç dağınık parçasının ardından hikayenin başladığı esas yer. Film dedim, evet. Rodrigo Rey Rosa’nın “Sağırlar”ı için bir film okuyoruz dersem abartmış olmam. Kaldı ki aynı zamanda tıp ve sinema okumuş, yönetmenlik yapmış, filmleri Sundance ve Berlin Film Festivali’nde gösterilmiş bir yazardan bahsediyoruz.

BURJUVALAR VE KORUMALARI

Başa dönelim: Burası bardak şıngırtılarının, havada uçuşan boş kahkahaların, burjuvaların ‘hakikatsiz’ dünyasının ardında, kameralardaki görüntülerde ya da evin koridorlarından, telsizden odalara akan seslerde hakikatin izini süren korumaların yaşadığı bir dünya. Bir tarafı ne kadar hafif ve uçucu ise diğer tarafı o kadar ağır ve somut. Bir taraf yanlış adım atıp, nakdi krediye çevirir gibi durumu bir tatile çevirebilirken, diğer tarafın yanlış adımı onu ölümle burun buruna getirir. Cayetano’nun hikayesi tam da bu iki uçlu dünyanın uçurumunda esen soğuk rüzgarların yönlendirmesiyle gelişiyor. Rey Rosa, “Sağırlar”da yalnızca burjuvalar ve korumaları üzerinden bir hikaye anlatmaz. Hikayenin altyapısında bilinçle oynayan ilaçları ile ürkütücü bir tıp, kitabı yazmasına temel sebeplerden biri olan Maya hukuku, adaleti ve Guatemala kültürü ile orada yaşam bulmuş yıkıcı politik, askeri uzantılarına dair öğeler de vardır. Tüm bunları birbirine karıştırmadan sakin bir dille ele alır Rey Rosa; sakin ve tekinsiz…

HEP ÖLÜMÜ KOLLAMAK

Cayetano, geldiği şehirde bir tiranın mutsuz kızı Clara’nın koruması olarak işe başlar. Kendisine mesafeli ama iyi davranan hanımefendisine karşı tek taraflı bir bağ geliştirir. Üniversitede okuyan Clara, Cayetano’nun da derslere girmesi için onu dinleyici olarak kaydettirir ve evinde de ona kütüphanesini açar: “Bazen kitaplarda kadının altını çizdiği sayısız cümleye göz atması yetiyordu. Üstelik bir deftere ‘ Zaman zaman, bir şeyle meşgul olmadığı anlarda, kendisini ele geçiren kasvetli bir ruh haline bürünüyordu’ gibi alıntıları yazdı.” Cayetano için hayat böyledir. Clara ona eğlenmesini emretse de Cayetano, koyu bir girdabın koynunda yaşıyordur artık. Her dakika ölümü kollarken, kim ağzını geniş geniş açıp eğlenebilir ki?

DUYULAMAYAN BİR SES

Ve bir gün Clara kaçırılır. Bu noktadan sonra, kitap sakin anlatımına devam etse de bu tekinsiz dünyada içimize yerleştirilen şüphe ve soru işaretleri ile koltuğumuza gömülerek okuyoruz kitabı. Bırakıp başka bir odaya gitsek,bugünlük yeter desek de beş dakika sonra geri dönüp okumaya devam ediyoruz. Şüphe böyle bir şey. Cayetano’yu yollara düşüren sebeplerle bizim Cayetano’nun ardına düşmemize neden olan şeyler aynı. Bu dakikadan sonra peşinde olduğumuz şey Clara ya da şüpheli şahıslar değil. Biz artık gerçeğin peşindeyiz. Ve o gerçek bu topraklarda öyle sinsi yer edinmiştir ki! Sanki adı konmamış, bir ’yok’ antlaşma ile bütün ruhları bağlamıştır. Kimsenin hatırlamadığı bir cinayet gibi, herkesin kötürüm kılınıp duyamadığı bir ses gibidir. Ardındaki bize de her adımda çeşitli oyunlar oynar, gerçeği bulduğumuzu sandığımız anda bizi deliliğin kapılarına savurur.

Deri koltuklu arabalarda içine gömüldüğümüzde hissettiğimiz, o karanlık ilişkilerdeki hakikatsizliğe saklanan hakikat, bu acımasız dünyada herkesin susuzluğundan faydalanır. Ve bir gün ancak bizim duyacağımız şekilde gelir ve fısıldar: “Oradaydım tabii ki aptal herif”. Sonra, bir an sonra gırtlağımıza bir susuzluk yapışır, başlar kulağımızda sağır edici bir çınlama…



Sağırlar

Rodrigo Rey Rosa

Çev: Seda Ersavcı

Sel Yayınları, 2014

223 Sayfa

– Yurt Gazetesi’nde 4 Mart 2014 tarihinde yayınlanmıştır.

Masalın çizgileriyle oynayan öyküler

A.S. Byatt, Bülbülün Gözündeki Cin’de, masalların klasik yapılarıyla oynayarak, metnini masalı oluşturan çizgilerle oynayarak örüyor

Erdem Şimşek





İngiliz yazar A. S. Byatt ile tanışmam ‘Ragnarök: Tanrıların Alacakaranlığı’ kitabı ile olmuştu. İskandinav mitolojisini anlatan kitapta varlıkların şekillerini, hareketlerini incelemeye çok meraklı olan şekil ustası Loki’yi çok basit görünen ama çok zor bir dille anlatır Byatt. Bülbülün Gözündeki Cin’i de okuduktan sonra , Byatt’ın bu zorluğun üstesinden kalkma yöntemini daha net anlıyorum. Yazarın hüneri dili karaktere göre eğip bükmesinde. Karakterin hammaddesinden dile can vermekte.

BİR GARİP HANE HALKI

Bülbülün Gözündeki Cin, beş öyküden oluşuyor gözükse de kitabın bütünü için dört masal-öykü ve bir deneme-roman diyebiliriz. İlk dört öykü, masalların ve klasik yapısının üzerinde küçük oynamalarla yazılan öykülerdir. Cam Tabut isimli ilk öyküde ancak masallarda karşımıza çıkacak olan bir hane halkı ile karşılaşırız: Ufak tefek bir ihtiyar, kocaman bir köpek, sallanan sandalyede takılan renkli horoz ve bembeyaz karısı, mücevher yeşili gözlü tekir bir kedi ve boz bir inek. Bu evde karşılaştığı sınavı başarıyla geçen terzi, dürüstlüğünün ödülünü alır ve bir maceraya atılır. Ancak macera masalın hedefi ne doğru ilerlese de, olumlu cümlelerin arasına atılan ve sonra bilerek taşırılan küçük ayrıntılar “Evet ama bu gerçekten bir ödül mü? Terzi mutluluğu gerçekten buluyor mu?” sorularını sordurur.

EN ACIMASIZ ÖYKÜ

Denizcinin Öyküsü kitabın en acımasız öyküsüdür. Bir söz, bir bekleyiş üzerine yayılan hikayede kıskançlığın, aşkın inada dönüşünün, erkin yıkıcılığının ve yıkanın yıkımının, en diri hayattan, en solgun ölüye dönüşümün uğursuz hikayesini okuruz. “Ve ister inanın ister inanmayın, kız bedeli ödedi. Çünkü delikanlı onun içindekileri anlamıştı. Gururu kırılmış bir adam ele geçirebildiği ne varsa alır. O da öyle yaptı, çünkü kızın onu dans ederken gördüğünü biliyordu.”

‘BİR ÖRÜNTÜNÜN İÇİNDEYİM’

En Büyük Prenses’in Öyküsü ise masalın biçimiyle en çok oynayan öykü olarak öne çıkar. Üç prenses varsa sırayla üçü de yola çıkacak, ilk ikisi başarısız olacak ve üçüncü olan yazgıyı yerine getirecektir. Çünkü üç kişilerdir ve masallarda üçüncünün başarısı kuraldır. Bunu bilen ve çok okuyan ‘En Büyük Prenses’ “Bir örüntünün içindeyim” diye kara kara düşünür, hikayeden bir çıkış ararken yaralı bir akreple karşılaşır. Ve her cümlenin sonunda ‘Elveda’ diye akrebin karşısında şu soruyu sorar: Bana hiç de uygun olmayan bu öyküden çıkıp canımın istediği yere gidebilirim. Gidemez miyim?”

Dördüncü öykü, Ejderin Soluğu’nun ejderhaları tanıdığımız ejderhalara benzemez. Çok yavaş hareket eden bu ejderhalar, karşısında durulma imkanı olmayan ve yavaş oldukları için de bir türlü geçip gitmeyen bir felakettirler. Öykünün döngüsel bir yapısı vardır. Unutulmaya yüz tutan bir efsanenin yaratıkları canlandığında onlarla birlikte hikayeler de canlanır. Çok uzak bir söylencenin ağır ağır gelmesidir yaşanan. Ejderha gerçeğe dokunduğunda can alır, kan alır ama ardında hikayeler bırakır. Öykünün sorusu ağırdır: Ejderha mı korkunçtur yoksa can sıkıntısı mı?

BU DÜNYANIN BİLİNCİ İLE

Ve geldik Bülbülün Gözündeki Cin’e. Kitabın öncü öykülerinin arından gelen uzun öykü ya da deneme-romana. Gillian Perholt isimli bir anlatıbilimcinin masallara, cinlere dair düşüncelerinin, hayalle gerçek arasında gidiş gelişlerinin hikayesidir Bülbülün Gözündeki Cin. Öyküde konuşmacı olarak geldiği Türkiye’de masallara dair düşünceleri ile karşılaşırız Perholt’un. Yanındaki kişi ise Cevat Çapan olduğunu düşündüğümüz Orhan Rıfat’tır. Gılgamış’tan, 1001 Gece Masaları’na, Efes’ten Topkapı Sarayı’na geçişler yaşatan öykü ile A.S. Byatt’ın masalları kaleme alırken kullandığı altyapının sırlarına erişiriz. Hiç sevmediğini söylediği bir hikaye ile başlayan öyküde, o hikayenin kişisi olan ‘Sabırlı Griselda’ ile örtüşür Perholt. Masallarda da hakim olan erkeklerin Tanrı olduğu acımasız dünyada bir kadın olmanın bilinci ile anlatır anlatır anlatır…



Bülbülün Gözündeki Cin
A.S.Byatt
Çev: Pınar Kür
Can Yayınları, 2013
208 Sayfa

– Yurt Gazetesi’nde 18 Şubat 2014 tarihinde yayınlanmıştır.

Canavar da bizim kıyamet de

Kader Yumurtaları’nda üstümüze baş edilemez canavarlar salan Bulgakov, ideolojinin sabitleştirerek dine dönüştürdüğü ilerleme inancının varabileceği tehlikeli noktaları gösteriyor

Erdem ŞİMŞEK




Mihail Bulgakov, Kader Yumurtaları’nda bilimin ve ilerleme tutkusunun varabileceği en uç noktayı kendine has sürreal motifli üslubu ile anlatıyor. Kader Yumurtaları, Stalin döneminde var olan sansür uygulamalarının sıklıkla kurbanı olan Bulgakov’un kendi çaresizliğini, var olan kuşatma halini Profesör Persikov karakteri üzerinden anlattığı bir kitap olarak okuyabiliriz. Hayat ışını olarak da adlandırılan kızıl bir ışın keşfeden Persikov, ışının organizmaların çok hızlı üremelerine sebep olduğunu fark eder. Profesörün tüm olasılıkları gözden geçirmeden keşfini bilim dünyası ile paylaşmak gibi bir düşüncesi yoktur ama işler onun istediği şekilde gelişmez. Persikov’un ağzından çıkan her söz, baskıcı rejimin spekülatif çarpıtmalarıyla onu yokuş aşağı bir yola iter. Kurumsallaşırken katılaşmış bir ideoloji, mantığı da koşullayarak içerdiği esnekliği yok eder. Her şey amacın yoluna itilir ve akıl araçsallaşır. Kıyamet, dışarıdan gelen canavarlarla değil, var olan yapıların beslediği, ortaya çıkardığı canavarlarla gelir. Savaş deriz o canavara ya da kriz; ve belki yakın gelecekte ekolojik felaket…

‘PİSLİKSİNİZ SİZ’

Kader Yumurtaları, bir ülkeyi kıyamete götürebilecek bütün aşamaları inceden ele alır. Bilim, basın, bürokrasi, kukla memurlar, ordu ve nihayetinde çığırından çıkan toplum! Bunları arka arkaya sıraladığımızda Hitler faşizminin ana unsurlarının izdüşümünün görünmesi bir tesadüf değildir. Daha ilk aşamalarda kurbağalar üzerinde acımasızca deney yapan Persikov da masum değildir. Bunu çarmıha gerilen, korkudan ve acıdan taş kesilen kurbağa da söyler: “Kurbağa ağır ağır kafasını kıpırdattı ve ferin söndüğü gözlerinde, ‘Pisliksiniz siz, başka bir şey değil…’ kelimeleri açık seçik göründü”. Bilimin acımasızlığı, bürokrasinin algı öldüren mekanizması ve bir dine dönüşen ilerleme inancıyla birleşince kıyametin canavarları ete kemiğe bürünür. Hitler yerine Stalin’i koysak şu cümleye ne değişir: “Hitler ve Üçüncü Reich, başka hiçbir çağın inanmadığı kadar ilerlemeye inanan ve bunun başarılmakta olduğundan emin olan bir çağın korkunç ve uygunsuz meyvesiydi” (Lewis Namier)

BİR ŞANS DAHA

Hitler ile eşleştirirken Rus Edebiyatı’nda yapılan sistem eleştirilerini temelde komünizm eleştirisi olarak okumanın yanlış olduğunu belirtmek gerekir. Bunlar temelde ‘katı modernizm’ eleştirileridir. Bu yüzden Hitler rejimi ile ve bürokrasinin baskın olduğu, ilerlemeye inancın dine dönüştüğü her tür rejim için eşit okuma içerirler. Zamyatin “Gezegen gençliğine geri dödürülecekse ateşe verilmeli, evrimin arızasız yolundan çıkarılmalıdır” der. Platonov, insanlığın kaybolduğu bir yapının çukurunda, geleceği gömdüğü ama ona ‘yeniden doğuş’ adını verdiği bir başka çukurda saklar umudunu. Soljenitsin ve Bulgakov daha karamsardırlar. Soljenitsin Kanser Koğuşu ve Gulag Takım Adaları’nda en acımasız manzaraları sergiler ama ölenin, ölenlerin insan olduğunu hatırlatır. Bulgakov ise Kader Yumurtaları’nda baş edilemez canavarları salar üzerimize. Ama sonunda bize bir şans daha verir…







Kader Yumurtaları
Mihail Bulgakov
Çev: Erdem Erinç
Everest Yayınları, 2014
100 Sayfa

– Yurt Gazetesi’nde 4 Şubat 2014 tarihinde yayınlanmıştır.

26 Mart 2015 Perşembe

Ateştendir adaletin kılıcı

Kleist'ın ölümsüz eseri 'Michael Kohlhaas'dan uyarlanan, 'Adalet İçin', belgesel ve kurmaca arasında bir anlatımla sinemanın hala anlatım olasılıklarıyla dolu olduğunu hatırlatıyor





Sinema olasılıklarla dolu olduğu kadar yönetmeni ezbere yaslanmaya eğilimli de kılabilen bir sanat. Kendi çektiği görüntülerin, hikayenin kendince güzelliğine kapılıp, aslında yıllardır üretilenin bir kopyasından başka bir şey yapmayan birçok filmle karşılaşıyoruz. Bu açıdan baktığımızda çok büyük beklentilerin ardından hüsrana uğrayan film sayısının fazla olması anormal bir durum değil. Herkesin kendi rüyasını en güzel sanması, ete kemiğe de bürünse o rüyanın en güzel olduğu anlamına gelmiyor.


ÜÇ ADALET ARASINDA

Söze buradan girdim, çünkü Arnaud des Pallieres’in yönettiği “Adalet İçin”, doğrularını en çok bu düzlemde ortaya koyuyor. Alman yazar Heinrich von Kleist’in dünya klasikleri arasında yer alan eseri “Michael Kohlhaas”dan uyarlanan film, öncelikle hikayenin ağırlığına saygı duyarak, işi bugünün hazır doğrularına çekmeden, sabırla işliyor. At tüccarı Kohlhaas, genç bir baronun yaptığı haksızlığa karşı önce bir avukat aracılığla adalet arıyor. Yasal yolların kendisine adalet değil, daha fazla zulüm getirdiği gün, beraberindeki adamlarla bir isyan başlatıyor Kohlhaas. Çok geçmeden civardaki köylülerin de katılımıyla büyük bir isyana dönüşüyor bu ayaklanma. Artık yöneten, kural koyan Kohlhaas için elinde tuttuğu adalet kılıcı, can yakan, ateşten bir nesneye dönüşüyor. Kohlhaas, kendi kurallarıyla can aldığı gün, elleri yanmaya başlıyor. Aynı zamanda dindar bir adam olan Kohlhaas üç adalet arasında kalıyor; Tanrı’nın adaleti, soyluların adaleti ve kendi adaleti. Bütün soru da burada başlıyor. O kılıcı tutarsa ne, bırakırsa ne kazanacak?

LISBETH'İN SESİ

Pallieres'in Kohlhaas'ın hikayesini anlatırken, ezberlerden kaçındığını belirtmek lazım. Bu filmi tam olarak nereye koyacağımızı bilemememiz de bundan. Ortaçağ, kahramanlık ya da isyan filmlerini çok izledik. Ama bu bildiklerimizin tadında değil. “Adalet İçin”i farklı kılan nokta, hikayede sıklıkla belgesele yakın bir anlatımın kullanılması. Belgesel ile kurmaca arasındaki bağlantı noktalarında çok tatlı geçişler kullanıyor Pallieres. Rüzgarda koşan atları hareketli bir manzara tablosu gibi izlerken bir anda kılıç sesleri ortaya çıkıyor. Bir başka sahnede ise sesi bağımsız bir koşuya tutturuyor Pallieres. Kohlhaas'ın kızı Lisbeth'in nefes sesleri babasının ardından koşarken, biz babası ile o koşulan yolun sonunda olanları izliyoruz. Pallieres, bizi süper zeka buluşlarla değil, sabırla elenmiş kararlarla, tam da edebiyat ve sinemanın buluştuğu noktada, sinemanın hala anlatım olasılıklarıyla dolu olduğunu hatırlatıyor.

Erdem Şimşek

- 28 Mart 2014 tarihinde Yurt Gazetesi'nde yayınlanmıştır. -





Yazı Dizisi: İki teker, iki zeytin





Ekim 2014'te gerçekleştirdiğim bisikletle ege turundan görüntüler. Bu geziye dair Yurt Gazetesi'nde yayımlanan "İki Teker, İki Zeytin" başlıklı yazı dizisinin linkleri de sırası ile şöyle;

Makinelerin istilası
yurtgazetesi.com.tr/yasam/makinelerin-istilasi-h66109.html

Algıyı kıran av yasaları

yurtgazetesi.com.tr/yasam/algiyi-kiran-av-yasalari-h66147.html

 En büyük tehlike insan

yurtgazetesi.com.tr/yasam/bisikletle-ege-h66221.html

Yabandomuzlarının evinde

yurtgazetesi.com.tr/yasam/yabandomuzlarinin-evinde-h66301.html



Yazı Dizisi: Karadeniz'in Yaşam Mücadelesi






Ağustos 2014'te Karadeniz İsyandadır Platformu'nun gerçekleştirdiği 3. Yaşam Yolculuğu boyunca bir gazeteci olarak özellikle çevre sorunlarına dair edindiğim bilgiler ve izlenimlerden oluşan "Karadeniz'in Yaşam Mücadelesi" başlıklı yazı dizisi 13-18 Eylül 2014 tarihleri arasında Yurt Gazetesi'nde yayınlandı. Gazetenin internet sitesinde yapılan güncelleme sebebiyle oradaki tarihlerin yanlış olduğunu belirteyim. Yazı dizisi sırası ile aşağıdaki linklerden okuyabilirsiniz;


Batı Karadeniz'de 'kirli' oyunlar

http://www.yurtgazetesi.com.tr/yasam/bati-karadenizde-kirli-oyunlar-h60927.html

Dünya mirasına termik santral

http://www.yurtgazetesi.com.tr/yasam/dunya-mirasina-termik-santral-h61011.html

İmamın Ordu'su siyanüre karşı

http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/imamin-ordusu-siyanure-karsi-h61075.html

Andon Vadisi'nde iki atmaca

http://www.yurtgazetesi.com.tr/yasam/andon-vadisinde-iki-atmaca-h61161.html

Cennetin orta yeri cehennem!

http://www.yurtgazetesi.com.tr/yasam/cennetin-orta-yeri-cehennem-h61252.html

Yazı dizisi, bizimle bu yolculuğa katılan CHP İstanbul Milletvekili Melda Onur'la yaptığım röportajla sona ermişti. O röportaj da burada:

http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/kadin-sahip-cikarsa-kiyamet-kopuyor-h61372.html

Sinop'ta nükleer santralin yapılacağı alanda ağaç kesimleri dikkat çekiyor
Ordu'da HES yapılması planlanan şelalenin önünde
Fatsa'da ayrılık vakti

Andon Vadisi'ne iki atmaca ile