13 Şubat 2016 Cumartesi

Bir hurafenin yazdıkları



Spectre of the Sea / Alfred Kubin


Hayatta en iyi yaptığım şeyin yazı yazmak olduğunu düşünürken kitap yayınlamanın zorluğuyla karşı karşıyayım. Bu yazı, bu can sıkıntısıyla yazılan saçma bir yazı. Kendine yazar diyen birinin yayınlatamadığı kitabı ve yayınlamaya çalıştığı başka bir kitabı ile ilgili düşüncelerden oluşuyor, geçiş serbest...

Önce hikayeyi anlatalım: Kitap olabileceğini düşündüğüm Lharissa isimli öykü dosyamla ilk olarak kitap dünyasıyla iyi ilişkileri olan üniversiteden bir arkadaşıma gittim. Kendisi gerçekten dosya üzerinde titizlilikle çalışmış, bir sürü not almıştı ama bana bunun bir kitap olarak kabul edilmeyeceğini söyledi. Öykülere getirdiği eleştirilere pek değil neredeyse hiç katılmadım. Bu eleştiri kabul etmemek gibi görünmüş olabilir, belki öyledir de bilemiyorum ama yazım şeklimin çok kolay eleştirilebileceğinin ama gücünü de tam o eleştirildiği noktalardan aldığını düşünüyorum. Dosyaya inanmayan birinden dosyamı yayınevlerine götürmesini isteyemezdim, o kanaldan vazgeçtim. Aradan bir süre geçti, dosyadan bir öykü çıkarıp yenisini ekledim. Bu kez, bir tanıdık aracılığıyla çizgisini beğendiğim bir yayınevine gittim. Yaklaşık iki ay sonra sorduğumda yalnızca iki öyküyü okuduklarını, işlerin zaman aldığını söylediler. Aradaki birkaç cümlelik kısa konuşmadan sonra diyalog koptu. Dosyamı hazırlayıp bu kez hiç aracı koymadan altı yayınevine (Beşine kargo ile birine mail üzerinden, yani istedikleri şekilde) gönderdim. Gönderirken de dosyanın üzerine hangi yayınevlerine gönderdiğimi yazdım. Her zaman açık oynamayı tercih ettim. Aradan aylar geçti ve hiçbirinden olumlu-olumsuz cevap alamadım. Burası önemli çünkü internette araştırma yaparsanız er geç cevap verdikleri falan yazıyor ama deneyimle sabit ki kazın ayağı her zaman öyle değil. Özetle öykü dosyam hiçbir yayınevi tarafından sallanmadı. Bunun elbette sebepleri var. İlk başta isimsiz birisi olmam, sonrasında bunun bir roman değil, bir öykü dosyası olması en önde gelen sebepler. Öykülerin teknik eleştiriye açık halleri de şöyle bir göz atanları uzaklaştırmıştır tahmin ediyorum. Daha çok şey söyleyebilirim ama kendini savunmak sıkıcı bir şey.

Şimdi ikinci atışımı kullanıyorum ve bununla ilgili tahminlerimi de yazacağım. Evet, Lharissa isimli dosyayı gönderirken boş durmuyordum; aklımda sıkı bir roman fikri vardı ve onu tamamladım. Birçok noktayı tersten işleyen, kendi mitlerini oluşturan bir kurtadam romanıydı bu; ismi de Dakhumn. Şimdi Dakhumn'u bir yayınevine gönderdim. Öykü dosyamı göndermediğim yayınevlerinden birisi oldu bu. Yanılabilirim elbette ama ilk yayınevinde değil, ikinci ya da üçüncü yayınevinde kabul edileceğini düşünüyorum. Üçü geçersem artık başka çözümlere gitmeyi de düşüneceğim. Yayınlandığı zaman, kısmen övgüler alacak, belki alttan alta kendi yolunu bulacak ama öyle hemen çok konuşulmayacak. Birinci sebebi Dakhumn'un da eksikleri var. Bazı yerlerini az boyadığım bir tablo gibi. Bu biraz yazı tarzımdan kaynaklanıyor ama açığımı kapatmam dosyanın üzerinde çalışmaktan ziyade, bir sonraki romanda olabilecek bir şey. Bir dönem kısa filmler çekiyordum, içlerinde en düzgün olan işim yurtdışında Türkiye'den çok daha fazla ilgi gördü. Garip, çünkü şiirsel bir dil, metaforik bir anlatım kullanıyordum. Şiir, çeviride ölür biraz ama yine de yurtdışında daha çok ilgi gördü film. Dakhumn, bir gün çevirilirse, onun da başına benzer şeyler gelebilir.

Herkes zaman zaman hayatta kendini dev aynasında görür, önemli olacağı bir günün geleceğini düşünür. Eh, ben de herkes gibiyim. Ama bu beklenti içinde geçip giden zamanla kaybettiğiniz şeyler de olabiliyor. Bu yüzden kendimi bir dönem Hurafe olarak tanımlamıştım. "Kendi kendine bir hurafe, kulaklarınızda bir fısıltı, bir fısıltıdan ne anlarsanız o..." Çünkü insan kendisini bir hikayenin parçası gibi hissedebiliyor ama gerçek sizi uyandırdığında yalnızca kendi kendinize inandığınız bir hurafe olduğunuzu fark edebiliyorsunuz. Yine de karamsarlıklar da aşılıyor. Geri dönüp baktığımda, hayatta benim için en olumlu şeyin, başladığım işleri bitirmek olması çok büyük bir artı olarak geliyor gözüme. Kafeler fikir konuşup üretime geçemeyen insanlarla dolu... 

Dakhumn, öyle veya böyle bir gün yayınlanacak. Devamı için hep dalga geçerek söylediğim ama ciddi olduğum bir cümle var; Bir gün Hugo, Nebula, Locus gibi ödüllerden birisini almak istiyorum. Ödülün ne önemi var diyenler yüzde yüz haklılar ama yaşadığımız zaman bizi öyle her yerimizden çekiştiriyor ki, kendinize bir hedef koymazsanız parçalanabilirsiniz. Üstelik bahsettiğim şey, bana hiç de imkansız gelmiyor. Bu hedefe keyifle yazarak da ulaşabilirim. Neticede herkes ne olduğunu iyi kötü bilir ve kendisine dair bir şey söylediğinde ona gülmeniz de bir şey değiştirmez.

Bu yazı hem olanı ortaya koymak hem de kendime bir motivasyon olması için burada dursun. Anlamını yitirdiği bir gün silerim belki ama umuyorum ki o anlamını yitirme şekli olumlu bir şekil olur...

Erdem Şimşek
13 Şubat 2016

5 Ekim 2015 Pazartesi

Unutmanın eşiğinde


Dino Buzzati, Yaşlı Ormanın Gizemi’nde bir albayın dümdüz, yıkıp geçen zihniyeti ile ormanın naif ve düşsel varlıklarını karşı karşıye getirirken çocuklukla birlikte yitirdiklerimizi bize hatırlatıyor


Erdem Şimşek


Usta İtalyan yazar Buzzati’nin Dağların Adamı Barnabo’dan sonra kaleme aldığı Yaşlı Ormanın Gizemi, Timaş Yayınları tarafından dilimize kazandırılarak raflarda yerini aldı. İsmi Calvino, Pavese kadar anılmasa da tadı çok daha başka olan, çok özel ve büyük bir kalem Buzzati. En büyük eseri sayılan Tatar Çölü, kitabı bitirip kapağını kapattığınızda karnınızda ağrılar hissettiren bir kitaptır. Sizi o hep beklediğiniz geleceğin , beklentilerinizin ömrünüzünü nasıl yediği gerçeği ile karşılaştırır. Dil olarak daha naif olan Dağların Adamı Barnabo da Tatar Çölü’nin kardeşi ve öncülü gibidir. Diğer kitaplarına hiç benzemeyen bir yapısı olan Bir Aşk ise, yapay arzuları, sahte kelimeleri ile ağır bir burjuva eleştirisi içerir. 

HES deviren Matteo

Buzzati’nin Türkçe’de ilk kez yayımlanan kitabı Yaşlı Ormanın Gizemi, büyük bir orman arazisinin bir albay ile yeğenine miras kalmasıyla başlar. Albay Procolo’nun o dümdüz, yıkıp geçen asker zihniyeti ile ormanın naif ve düşsel varlıklarını karşı karşıya getirir. Yeğen Benvenuto ise edilgen yapısı, her söyleneni itirazsız, sorgusuz yapması ile her şeyin ortasında masumiyeti temsil eder. Albayın ilk icraati ormanın ağaçlarını kesmeye girişmek olur. Ancak ormanın ağaçlarının içinde, insan kılığına da girererek gözükebilen cinler yaşamaktıdır. Ormanık arazinin içnde yer aldığı Fondo Vadisi’nde tüm varlıkların bir canı, kişiliği vardır. Özellikle rüzgarlar kitapta önemli yer tutar. Rüzgar Matteo, “1904 yılında O Vadisi’nde, hidroelektrik santrali için kurulan barajı yerle bir etmişti.” Hırslı, delişmen rüzgar Matteo, Albay’ın hiçbir zaman ne düşündüğünü tam bilemediğimiz suç ortağıdır. Albay, kendisinden çok daha büyük bir arazi kalan yeğen Benvenuto’yu delilsiz öldürmenin yollarını arar. Kitabın hikayesi de bu noktaya dayanır. Albay, bu yolda onurunu kaybedecek kadar kişiliksizleşecek mi yoksa o büyülü ormanın düşsel yaratıklarının sesleri ve Benvenuto’nun kendi aurasını oluşturan masumiyeti, Albay’ın saygınlığını geri kazanmasını sağlayacak mı?

Tek bir yetişkinin varlığı

Buzzati’nin kitabında Albay ve yeğeni arasındaki farkı en net belirleyen çizgi çocukluk ve yetişkinlik ayrımı üzerinde beliriyor. Benvenuto, çocukluktan çıkacağı noktadan itibaren ormanın cinlerini, düşsel varlıklarını her şeyi unutacak. O da albay gibi, o büyü bozan bir yetişkin olacak. Kitapta Albay, çocukların oyun oynadığı bir yere gittiğinde kuşların cıvıltısı zayıflamaya, çocukların oyunu heyecanını yitirmeye, havaya ve ormana bir isteksizlik yayılmaya başlar. Kitabın bu can alıcı noktasını bir dipnota çevirerek şöyle anlatır Buzzati: “Bu olayın şimdiye kadar bazı ormanlarda, sık ağaçlık bölgelerde, kırlık alanlarda, çayırlarda ya da bataklıklarda meydana geldiği bilinmektedir. Hayvanlar ve bitkiler, çocukların neşeli oyunlarına katıldıkları zamanlarda görülmemiş bir canlılık sergilerler ve kendilerini ifade etme yetenekleri, karşılıklı bir sohbete dönüşecek kadar katbekat çoğalır. Ne var ki tek bir yetişkinin varlığı bu büyülü, özel atmosferi bozmaya yeter.”
Buzzati, Yaşlı Ormanın Gizemi ile büyülü gerçekçilik ve fantastik edebiyat arasında ama başka hiçbir yazara benzemeyen bir üslupla bizi doğanın ve çocukluğun, bu ikisi bir araya geldiğinde oluşan büyülü karışımın karşısına oturtuyor. İşte o zaman biraz bakınca şu soru beliriyor karşımızda: Vardığımız yerde öldürdüğümüz, bir zamanlar bizim olan değil miydi?


Yaşlı Ormanın Gizemi
Dino Buzzati
Çev: Yelda Gürlek
Timaş Yayınları, 2014
192 Sayfa




* Yurt Gazetesi'nde Kasım 2014'ye yayınlanmıştır. Net tarihini hatırlamıyorum. Başlık da farklıydı, onu da hatırlamıyorum.



11 Ağustos 2015 Salı

Mavi Şapkalı Adam




Fikret Sancaklı'ya *

Güneşli bir günde, bir grup gençle birlikte yürüyordu Mavi Şapkalı Adam. Kimse onun nereden geldiğini bilmiyor, kimse ona isminmi sormayı akıl etmiyordu. Mavi Şapkalı Adam'dı o. Yolculuk sırasında herkesin hayatına beş dakika, on dakika dahil oluyor, sonra ortadan kayboluyordu. Bir gün bulutları izlerken görülmüştü. Bir başka gün ot toplarken, bir başka gün ise toz toprak içindeki çıplak ayaklarıyla ortaya çıkmış, gençlerin kamyon kasasında yaptığı yolculuğa katılmıştı. O gün, gençlerden biri, Mavi Şapkalı Adam'a "Bak" demişti, "Buraları mahvedecekler". "Küfret" dedi Mavi Şapkalı Adam, "Küfret ki, öfken açığa çıksın, küfret ki, kanın, kemiğin, etin harekete geçsin."

Ertesi gün bütün gençler zorlu bir yolculuğa çıktı. En zor noktalarda ellerinden tuttu gençlerin Mavi Şapkalı Adam. Kimi yerlerde matarasından su verdi, kimi yerlerde bisküvisini paylaştı. Yorulan, sızlanan, birbirlerine öfkelenen gençleri gördüğünde ise "Hisset" dedi, "Kuşun, ağacın, otun, böceğin uyumunu hisset. Hisset ki, kolun, bacağın, kemiğin, kanın birbirini hatırlasın; bütün ol ve kaybol. O zaman uzanan ele uzanır elin, o zaman ağrın, acın yalnız senin olmaz".

Bir akşam, yağmurla birlikte sert bir rüzgar çıktı. Günün azalan ışıkları ve o sert yağmur altında gençlerin çadırları herbirinin tek başına o zayıf, kırılgan gerçekliklerinin görüntüsü gibiydi. Gençlerden yalnızca birkaçı çadırların bulunduğu yerdeydi. Açıkta kalan eşyaları topladılar, zayıf çadırları onardılar, kazıkları sağlamlaştırdılar. Mavi Şapkalı Adam da oradaydı yine. Her işin ucundan tutandı o, her boşluğu dolduran. İş bittiğinde gülümsüyordu yine. Gençlerden biri, "Yolculuk, kamp zor iş, bak ne sıkıntılar çıkıyor" dedi. "Öyle" dedi Mavi Şapkalı Adam, "Ama burada hiçbir sıkıntı uzun sürmüyor, her şey uçup gidiyor. Hem bak, şimdiden ne kadar onardınız birbirinizi. Buradan çoğalarak ayrılacaksınız. Gittiğiniz yerlerde yeniden birbirinizi arayacak, bir dahaki sefere daha gür akacaksınız. Dereler gibi, nehirler gibi; hapsedildiğiniz duvarları yıkıp, birbirinize karışacaksınız. Kuruyup ölmek bir tercih, çoğalıp akmak bir tercih; düşün, fikret!"

5-6 Ağustos 2015 / Artvin

* Bu hikaye Karadeniz İsyandadır Platformu'nun 4. Yaşam Yolculuğu'nda mavi şapkası ile özdeşleşen Fikret Sancaklı'ya yazıldı. Ama elbet Mavi Şapkalı Adam, hem oydu, hem de o yolculukta olan herkesti.


27 Mart 2015 Cuma

Gezegen için sil baştan

Bilimle, akılla, alışkanlıklarımızla felakete sürüklediğimiz dünyayı kurtarmanın yolu, doğayı tanımaktan ve ona dokunmaktan geçiyor. Bu yazıdaki kitaplar bu konuda bize yardımcı olabilir

Erdem Şimşek




Her geçen gün daha çok adını duyduğumuz bir sorun küresel ısınma. Bilim ve akıl üzerine kurulan modern uygarlık, yok saydığı her şeyin varlık bulduğu, kıyameti getirecek olan kendi korkunç çocuğunu doğuruyor şimdi. Kütüphanelerini ütopyaların doldurduğu dünyanın gerçeği bir distopyaya dönüşüyor. Dünya liderleri ve alternatif sivil kuruluşlar çözüm için paneller, toplantılar düzenlerken, artık iklim değişikliğinin birincil sebep olduğu tufan, sel gibi felaketler, insanların, daha çok da yoksulların canını almaya devam ediyor. Ülkemizde ise başka bir zararlı tür, nerede bir dere varsa onun kökünü kurutuyor, nerede bir ağaç varsa oraya bir proje çiziyor.

Kendimizden başlasak

Tüm bu yapılanların sonuçlarını çok fazla geçmeden hep birlikte yaşayarak göreceğiz. Bu sırada dönüp bir de kendimize baksak fena olmaz. Nihayetinde biz de bu sonuçlara sebep olan yapının bir parçasıyız. Mutlaka ki biz de bir yanımızla sakatız. Ama kendimizi onarabilmek, şu hayata bizi kötürüm kılanın dayattığı bakışla değil, kendimize ait bir bakışla yaklaşabilir, hayatımızı da buna göre şekillendirebiliriz. Bu yazının devamında buna yardımcı olabilecek kitaplara bir göz atacağız. Hem gezegen için hem de kendimiz için bir sil baştan yapmamız gerekiyorsa, biraz kitap kurcalamak hiç fena olmaz.

Soyut tartışmalar yerine

Özellikle lise yılları ile birlikte gençlerin birçoğunda felsefeye yönelik bir ilgi oluşur. Felsefe kitapları okunarak kavramlar üzerine konuşmak ister birçoğu. Oysa adları bir kez tarihe filozof olarak kazınmış ve saygınlık halesiyle nurlanmış, değerleri tartışılmaz kılınmış birçok felsefeci, bugün yaşadığımız dünyanın bu hale gelmesinde ciddi bir paya sahip. Bizim ihtiyacımız olan şey kavramlar üzerinde akıl oyunları oynayarak onları tanımlayacak araçlar değil. Soyut tartışmalarla yine bu obur benliklerimizi doyururuz anca. Bugün bizim ihtiyacımız olan şey, yüzyıllarca doğru kabul edilenler sorgulatacak, bize bambaşka hayat tarzlarının mümkün olduğunu hatırlatacak olan kitaplar. Bu da akla öncelikle antropoloji kitaplarını getiriyor. Antopoloji deyince de akla ilk gelen isim Claude Levi-Strauss. Hemen her antropoloji kitabında ismiyle karşılaşabileceğiniz Levi-Strauss’un “Mondern Dünyanın Sorunları Karşısında Antropoloji” isimli kitabı konuya giriş için oldukça uygun ve kolay okunabile bir kitap. “Irk, Tarih ve Kültür” daha dolu bir içerik sunarken farklı metinlerden oluşan “Yapısal Antropoloji” görece ağır bir kitap. Okumadığım “Yaban Düşünce”nin de birçoklarının gönlünde yer ettiğini belirtelim.

Uygarlıklar ve çöller


John Zerzan’ın “Gelecekteki İlkel” isimli kitabı tarıma geçişle uygar insanın o kötü hikayesinin başladığını anlatır. Avcı-toplayıcı insana bir övgü niteliği taşıyan kitap, dil, sayı, tarım, sanat gibi maddeleri tek tek ele alarak bu kavramların getirdiği değişimi ve bu değişimle insanın doğadan kopuşunu anlatır. Bir zamanlar görkemli uygarlıkların bulunduğu bölgelerin çoğunun günümüzde çöle dönüştüğünü hatırlatan Zerzan’ın kitabı birtakım eleştiriler alsa da bize kavramları adım adım sorgulatan yapısıyla yine iyi bir giriş kitabı örneği sunuyor. Sil baştan yapmak istiyorsak Zerzan’ın kitabı iyi bir seçim olarak karşımızda duruyor. “İlerlemenin en kötü yanı yanılsama olması değildir, sonsuz olmasıdır” diyen John Gray’in “Saman Köpekler” kitabını da bu kitabın hemen ardından okuyabilirsiniz. Gray’in kitabı ilerleme, hümanizm ve türcülüğe karşı sert bir reçete gibi.

Mitoloji ve masallar

Antroplojiden sonra bir başka önemli kaynağını mitoloji ve masal kitapları oluşturuyor. Bu kitaplar, birçok kültüre ait söylenceleri bize yüzyılların gerisinden anlatıyor. Ancak burada tuzakların da her zaman bir olasılık olduğunu belirtmek gerekiyor. Zira, mitler de masallar da yapıyı sökücü olmaktan çok yapıyı tamlayıcı unsurlar olarak karşımıza çıkar. Yani, toplumun ahlaksal dayatmları mitlerin ve masalların içinde saklı olarak yaşarlar. Biz safça okurken onlar da arka planda bize bazı doğruları kanıksattırır. Örneğin bazı mitlerin farklı versiyonları vardır. Bu versiyonların sonunda en çok anlatılan, nihai ürün olarak karşımıza çıkar. Nihai ürün ise genellikle en zararsızıdır. Bu konuda iyi bir örnek olarak İskandinav mitolojosi ve Loki ile Baldur’un hikayesi verilebilir. Tanrıların en güzeli Baldur’u öldüren Loki, aslında onu öldürmek isteyen bütün diğer tanrıların isteğini gerçekleştirmiştir. Odin ve diğer tanrıların, şeytan kabul edilen Loki’den daha kötü oldukları, Loki’ye yaptıkları ile görülebilir. A.S. Byatt’ın “Tanrıların Alacakaranlığı”nı okuyarak yeryüzündeki bütün ‘kurucu’ tanrıların bir benzeri olan Odin’in gerçek yüzünü tanıyabilirsiniz. Orada bütün ‘kurucu’ değerleri de görmeniz mümkün olacaktır.

Hayvanlar üzerine


Levi-Strauss’un “İnsanın hem cinslerine karşı duymasını dilediğimiz saygı, hayatın bütün biçimlerine karşı hissetmesi gereken saygının özel bir durumudur sadece” sözünü her zaman aklımın bir kenarında tutarım. Bu gezegeni, içindeki tüm canlılarla birlikte paylaştığımızı unutmamak gerekiyor. Hayvanlar üzerine yazılan kitapları okumak, onları tanımamıza ve anlamamıza yardımcı olacaktır. Bu konuda külliyat da bir hayli zengin. Marc Bekoff’un “Düşünen Hayvanlar”, Marian Stamp Dawkins’in “Hayvanların Sessiz Dünyası”, Giorgia Agamben’in” Açıklık”, Robert E. Bieder’in “Toplumun Aynasında Ayı” kitapları iyi örnekler. Peter Singer’in “Hayvan Özgürleşmesi” ve Tom Regan’ın “Kafesler Boşalsın” kitapları da başlıklarıyla kendilerini tanıtıyor. Deniz Gezgin’in “Hayvan Mitosları”, bu başlıkta arayışı olanlar için iyi derlenmiş bir kitap. Edebiyat içinse iki çok sıkı öykü kitabı geliyor aklıma. Hannah Tinti’nin İnsan Çatlatan Hayvan Öyküleri” ve Lydia Millet’ın “Çareszilik Kuyusu” birbirinden güzel ve önemli öykülerden oluşuyor. Elias Canetti’nin“Hayvanlar Üzerine” isimli kitabı da ince bir hazine gibi.

Ütopyalar ve distopyalar


Gelecek bir distopyaya dönüşürken, ütopyalar da değersizleşiyor. Kusursuz bir dünya arayışı, bundan 2 milyon yıl önce de anlamsızdı, bugün de öyle. Aksine distopyalar her zaman okuruna çok daha fazla şey sunmuştur. Akla ilk gelen örnekler Orwell’in “1984”ü, Zamyatin’in “Biz”i, ve Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı. Bu üç kitaptan mutalak birisi, konuyu sevenlerin gönlünde yer etmiştir. Bilimkurgu ve fantastik edebiyatın içinde bize hayata farklı açılaran bakmamızı sağlayan birçok örnek mevcut. Bu dünyanın baş köşesinde de bugün Ursula K. Le Guin oturuyor. Geleceğe dair kurgularda, bu isimlerin yanı sıra Paolo Bacigalupi’nin “Kurma Kız”ı da önemli bir kitap olarak karşımıza çıkıyor. Küresel ısınma sonucu gıda tekellerinin hakimiyetindeki bir dünyayı anlatan “Kurma Kız”, zor ama sıkı bir kitap. Clifford. D. Simak’ın hem doğayla hem gelecekle ilişki kuran, insanın ve varoluşun özünden uzak gezegenlere varan kitabı “Kent”i de okumadan geçmeyin.

Biraz da ‘hayat’


Bu yazıda son kitap önerimiz Gudbergur Bergson’un “Kuğu’su. Bu kitabı sona saklamamın sebebi ise bilgiden çok hissiyata ihtiyacımızın olması. Çevre sorunlarına dair önümüze sayısız istatistik sunulsa da bundan çok bir şey anlamayacağız. Bilgi önemlidir ama sanıldığı kadar da önemli değildir. Çocuklarımızı yalnızca bilgi depolarına çevirirken onların benliklerini sakatladığımızın farkına bile varmayız. Bilgi soğuktur. Bu yüzden insan, çoğu şeyi ‘bildiği için’ yapmaz da ‘bildiği halde’ yapar. Bergsson’un Kuğu’su hırsızlık yaptığı için ailesinden uzak bir köyde çalışarak cezasını ödeyen bir kızın, çevresindeki doğayı tanıyışını anlatıyor. Çok şey anlattığını zannederken, girdaplarda boğulan birçok kitabın önünde bir yere sahip “Kuğu”. Kitap, ihtiyaç olarak gördüklerimizi bize vermek yerine içimize biraz hayat üflüyor.

- 16 Aralık 2014 tarihinde Yurt Gazetesi'nde yayınlanmıştır

 



 

Gizemli, uzak bir alacakaranlıkta

Platonov’un evreni, onun dünyayı tanımladığı gibidir: Bir bakışta her köşesini görmenin mümkün olmadığı gizemli, uzak bir alacakaranlıkta insana, insanın yaralarını gösterir

Erdem Şimşek




Yevgeni Zamyatin, Alexandr Soljenitsin, Mihail Bulgakov ve Andrey Platonov. Bu dört yazarın ortak noktası, hepsinin de Sovyetler Birliği’nin totaliter sisteminden paylarını almış olmaları. Özellikle Stalin döneminde bu yazarlar birçok sorunla karşılaşmış, sansüre uğramış ve ülkelerinden gitmek zorunda dahi kalmışlardı. Bulgakov, yaşadıklarını ironi ile dışa vurdu. Zamyatin, “Biz” gibi edebiyat tarihine geçmiş bir distopya kaleme aldı. Bugün ders olarak okutulan kısa öykülerinde “şifreli” diyebileceğimiz anlatımlar oluşturdu. Soljenitsin, acıyı, baskıyı en çok anlatmak için uğraşanlardandı. Platonov ise nerede bir yara görse, kalemi onu yazdı.

İçe dokunan hikayeler

Metis Yayınları’ndan çıkan “Muhteşem Vahşi Dünya”, bize neden Platonov’un çağının en büyük yazarlarından birisi olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Başlıca eserleri 1980’lerin sonlarına dek yasaklı kalan Platonov, romanları gibi öykülerinde de içe dokunan hikayeler anlatıyor. Daha çok askerden dönen erkeklerin hikayelerin yer aldığı “Dönüş”ten sonra bu kez “Muhteşem Vahşi Dünya”da insanın doğayla ilişkisinin ağırlıklı olduğu öyküler çıkıyor karşımıza. Öyküleri okudukça da Platonov’un her ne kadar baskıcı sistemle sorunlar yaşasa da temel meselesinin ideoloji olmadığını, insana ve doğaya çok daha geniş bir pencereden baktığını görebiliyoruz.

Her şeyin bittiği yerde

Platonov, yıkılan taşların altına bakar. Orada gördüğü yarayı ve o yaraya sebep olan yıkılmış taşları oluşturan manzarayı anlatır. Platonov insana inanır. İnsanın kardeşlik ve eşitlik düşlerine de. Ama bu eleştirmesine engel değildir. Modernizmin içinden bir modernizm eleştirisi getirir. Bunun en net örneği “Çukur” isimli romanında görülür. Platonov, “Çukur”da, geleceği ve umutları toprağa gömerken, gömdüğü şeyin ismi “Yeniden doğuş” anlamını taşır. Yıkanın da yaratanın da insanoğlu insan olduğunu hatırlatır. “Muhteşem Vahşi Dünya”da ise bu bakışa en yakın öykü “Afrodit”tir. Afrodit ismini verdiği bir kadına aşık olan ve savaşta kaybolan Afrodit’in ardından onu aramaya devam eden Nazar Fozmin’in hikayesidir bu. Gençlik yıllarında işçi sınıfının yaşamının anlamına duyduğu inançla yaşayan Fozmin, savaşın getirdiği yıkımla bir dönüşüm geçirir. Afrodit, hikayede Fozmin’in inançlarına paralel bir anlatım öğesine dönüşür. Bir gün çok inandığınız bir şey sizi terk edebilir! Ya da siz coşku dolu inancınızla yaşarken yok saydıklarınız da yaşamına devam etmiş olabilir! “Formin, alemde ya hiç varolmadığını ya da devrimden sonra mecalsiz ve zararsız bir halde yaşadığını zannettiği varlığı görmüştü. Oysaki bu varlık öfkeli bir yaşam sürüyordu, üstelik hakikatine inandığı bir akla sahipti” Yine de hikayeyi bir yıkıma çevirmez Platonov. Her şeyin bittiği yerde yine bir başlangıç vardır aslında.




Sonsuz değerini kavrayarak

Kitaptaki öyküler kendisi de mühendislik yapan Platonov’un Rusya’nın o sert doğası ile insanın zorlu ve tatlı ilişkisini ele alıyor. “Elektriğin Yurdu” isimli öyküde yaşlı bir kadını “sonsuz değerini kavrayarak” taşıtan, tavşanın kendi dilindeki gözyaşını duyan Platonov, insanı ve doğanın varlıklarını üzerlerine özenle eğilircesine, yaralarına dikkatle bakarcasına kaleme alıyor. Platonov’un yine Nazar Fozmin’in hikayesindeki şu cümleleri, onun evrene ve hayata ne kadar geniş bir perspektiften baktığını gösterirken, Platonov’un kendi evrenini de tanımlar gibidir: “O zaman, evvelce önünde sarih ve erişilir uzandığını zannetiği dünya gizemli uzak bir alacakaranlığa doğru yayıldı. – gerçekten karanlık, kederli yahut korkunç olduğundan değil, her yönüyle daha yüce olduğundan vebir bakışta her köşesini ne insan ruhunda ne de alelade vüslatta görmenin imkansızlığından.”


















Muhteşem Vahşi Dünya
Andrey Platonov
Çev: Günay Çeteo Kızılırmak
Metis Yayınları, 2014
176 Sayfa

- 12 Ekim 2014 tarihli Yurt Gazetesi Pazar Eki'nde biraz daha bilgi ağırlıklı (yazar hakkında) bir versiyonu yayınlanmıştır.




Bize dair o başka dünyalar

Margaret Atwood, 'Başka Dünyalar'da çocukluğundan başlayarak bilimkurgu ve fantastik edebiyatla ilişkisini anlatırken, sayfalar ilerledikçe kitabın içeriği mitler ve diğer yazarlara dair okumalarla zenginleşiyor

Erdem Şimşek




Aklı, gerçekliği ve bilimin kendisini her şeyin ötesine koymayı daha doğmadan öğrenmiş olan bizler için hayal ürünü olan her şey, küçümsenmeye müsait gelir. Ama bir ütopya okunabilir, zira o en yüce değerleri gösteren bir içeriğe sahiptir. Hayal kuran bir aklın değil, bilime ve felsefeye adanmış bir aklın ürünüdür. Öyle görürüz. Kara Ayin isimli kitabında ütopyaların totaliterizme giden yolunu çizen İngiliz siyaset felsefeci Jonh Gray, bugün içinde bulunduğumuz durumu anlamak istiyorsak ütopyaları değil distopyaları okumamız gerektiğini söyler.

BİR PETER PAN FİGÜRÜ

Gray ‘e göre “1984”, “Biz”, “Cesur Yeni Dünya” gibi distopyalar “Gerçekleşmesi olanakasız düşlerin ardına düşmekten kaynaklanan korkunç gerçekliğe ilişkin önsezili bakışlardır”. Bu bakış bize bilimkurgu ve fantastik edebiyatın hiç de küçümsenemeyecek bir yönü olduğunu hatırlatır.
Kendisi de daha çok distopik romanlarıyla tanınan Margaret Atwood, Kolektif Kitap’tan çıkan “Başka Dünyalar”da bilimkurgu ve fantastik edebiyatla olan kişisel ilişkisini farklı yollardan aktarıyor. Atwood, İlk bölümünde çocukluk ve ilk gençlik döneminde fantastik dünyalara olan ilgisini anlattığı kitabının ikinci bölümde ise Ursula K. Le Guin, George Orwell, Aldoux Huxley gibi yazarların eserlerine dair görüşlerini aktarıyor. Üçüncü bölümde de Atwood’un kaleminden beş küçük eser yer alıyor. Çocukluğundan başlayarak o büyülü zamanın süper kahramanlarını, uzaylılarını anlatan Atwood, süper kahramanların çeşitli özelliklerini de irdeliyor. Örneğin Batman’in yardımcısı Robin için “kendimizi kaptırırsak” diye ekleyerek şöyle bir tanım getiriyor: “Mitik sofistlerin bakış açısıyla Robin… doğa güçleriyle ilişkili bir ruh… Jungçular içinse Robin bir Peter Pan figürü. Hiç büyümüyor ve hatırlarsanız ebeveynleri çok küçükken cinayete kurban gittiği için duygusal gelişimi sekteye uğramış Bruce Wayne’in içindeki bastırılmış çocuğu temsil ediyor”

NEDEN SONUMUZ HEP CEHENNEM?

Sayfalar ilerledikçe bilimkurgu edebiyatında yeni konulara dalan Atwood, bilimkurguyu yorumlarken, mitlerden de sıklıkla faydalanıyor. Böylece, kişisel içerik, bilimkurgu üzerine çok katmanlı bir okumaya doğru ilerliyor. Ütopyalar ve distopyalar konusunda çıkarımları aynı olmasa da John Gray’le benzer sözler içerir Atwood’un yazdıkları: “Savaş sonrası dünyada birçok toplum, ütopik toplum mühendisliğini geniş ölçekte uygulamaya dökme fırsatı bulmuştur. Bu anlamda en dikkate değer örnekler Lenin ve Stalin yönetimindeki SSCB ve Hitler’in kontrolündeki Almanya’dır. Her iki örnekte de sonuç, eşi benzeri görülmemiş şekilde kan dökülmesi ve söz konusu sözde ütopik sistemin nihai yıkımıdır.” Ve şu soruyu sorar Atwood: “Neden cenneti, sosyalist, kapitalist ve hatta ilahi cenneti hedeflediğimizde ortaya çıkardığımız şey mütemadiyen cehennem olur?”

BİRLİKTE OKUYUN

Bilimkurgu ve fantastik edebiyat üzerine “Başka Dünyalar”la birlikte çoklu bir okuma içine girmek isterseniz size iki de kitap tavsiye edelim. Editörlüğünü İngilizlerin bol ödüllü yazarı Chinia Mieville ile Mark Bould’un yaptığı Kızıl Dünyalar, bilimkurgu edebiyatını marksizmle ilişkilendiren farklı metinlerden oluşan 13 yazarlı bir kitap. Jo Walton’un Hugo ve Nebula Ödüllü kitabı “Ötekiler Arasında” ise büyü yapabilen, perilerle iletişim kurabilen küçük bir kızın günlüğü şeklinde yazılmış. Bilmikurgu kitaplarını çok seven baş karakter Mori’nin günlüğü bilimkurgu ve fatastik kitapların tarihçesi gibi. Merak ettiren, sevdiren, öğreten bir günlük…

Başka Dünyalar
Margaret Atwood
Çev: Selin Siral
Kolektif Kitap, 2014
264 Sayfa

- 29 Temmuz 2014 tarihinde Yurt Gazetesi'nde yayınlanmıştır

Mars’ta tek başına

Andy Weir’in 2014’e damgasını vuran kitabı Marslı, zayıf noktaları olmakla beraber, kızıl gezegende şimdiye kadar pek karşılaşmadığımız türden farklı bir deneyim sunuyor

Erdem Şimşek




Goodreads okurları tarafından 2014 yılının en iyi bilimkurgu kitabı seçilen Marslı, İthaki Yayınları tarafından Emre Aygün çevirisiyle kısa sürede dilimize kazandırıldı. Andy Weir tarafından kaleme alınan kitap, Mars’a göreve giden Ares 3 ekibinden öldü sanılarak bırakılan Mars’ta bırakılan Mark Watney’in hayatta kalma öyküsünü anlatıyor. Şiddetli bir fırtına içerisinde Watney, baygın bir halde yerde yatarken, ekibin kalanı kendi canlarını da kurtarmak zorunda kalarak Mars’tan ayrılır. Ancak Mars’a tekrar bir uzay gemisi göndermek öyle kolay birşey değildir. Bu aylar alacak bir süreçtir. Esasen bir botanist olan Watney, kendine geldikten sonra burada tek başına bir yaşam mücadelesi verir. Üstelik, hayatta olduğunu duyurmanın bir yolu da yoktur.

Hayatta kalmak için


Watney, hab isimli uzay evinde yaşadığı ve yaşayabileceği her türlü soruna çözümler arar. Oksijen ve su üretmesi, elindeki vitaminlerin haricinde kalori ihtiyacını karşılayacak bir besin üretmesi gerekir. Ve Watney, Mars’ta patates yetiştirmeye başlar. Üstelik kitapta her şey o kadar bilimsel bir dille anlatılır ki, bunun olabileceğine inanarak okumamanız için hiçbir sebep kalmaz. Watney’in günlükleri şeklinde başlayan kitapta hikaye ilerledikçe pencereler çoğalır. Hikaye Watney’in günlükleri ile Mars’tan, NASA birimlerinin koşturması ile dünyadan ve vicdan yükünü taşıyan bir grup insan olarak Hermes isimli uzay gemileri içindeki Ares 3 ekibinden olmak üzere 3 farklı noktadan anlatılır. Belki de bir okur olarak Mars’la en gerçekçi teması oluşturmamızı sağlayan kitap, bizi kızıl gezegenin soğuk ve uzayıp giden boşluklarla dolu korkutucu atmosferinde de sıkça dolaşmaya çıkarıyor. Burası herhangi bir yer değil, burası en ufak bir hatada, içeriden dışarıya boşluğa çekilerek ölüme yutulacağınız bir gezegen. Burada Marslılar ya da varlık değil, yokluk öldüren.

Peki ya Dünyalılar?


Weir’in kitabı yarattığı atmosferdeki ve bilimsel başarısına karşın, edebiyat olarak o kadar doyurucu değil. Kitabın en büyük başarısı NASA, Mars ve uzaya dair taşıdığı yığınla bilgi iken, başarısızlığı ise klişeleşmiş Amerikan tarzı espriler ve insan yaşamının değeri noktasında hissettirdiği çelişkiler. “Bu hayatta üç milyar dolarlık bir uzay aracını tahrip ettiğini söyleyebilecek pek fazla insan yok ama ben onlardan biriyim işte” diyen Watney ve hikaye içerisinde geçen hemen hemen bütün NASA yetkilileri için Mars’taki o tek kişinin yaşamı için dökülebilecek tonlarca paranın bir önemi yok. Watney’in dalga geçercesine söylediği 3 milyar dolar, dünyadaki sorunların büyük kısmını çözebilecek bir rakam. Bir Amerikalı bunu kolayca hazmedebilir ama sanıyorum ki açlığı daha çok tanıyan coğrafyalarda bu pek mümkün olmaz. Marslı, bize Intersetllar’ın (Yıldızlararası) yaşattığı ‘kendi gezegenimiz mi, uzak gezegenler mi?’ sorgulamasını da yaşatmıyor. Yazar, bu çelişkileri de işleyebilseymiş, eserini çok daha sağlam bir yere taşıyabilirmiş.

Beyazperdeye taşınıyor

Marslı, muhtemelen 2015 sonlarında beyazperdede de seyirciyle buluşacak. Ridley Scott tarafından sinemaya uyarlanan hikayenin başrolünde ise Matt Damon yer alacak. Bir kitabı filmden önce okumanın tadı başkadır. Sizin hayalgücünüzde oluşturduğunuz görüntüler perdede yansıyanla kendisini kıyaslar. Bu kitaptaki ayrıntıların büyük kısmı filmde yer almayacaktır. Bu yüzden de film öncesinde kitabı okumak ayrı bir önem kazanıyor. Edebi açıdan yeterince doyurmasa da Marslı, o kızıl gezegende pek benzerini okumadığımız bir deneyim sunuyor.



Marslı
Andy Weir
Çev: Emre Aygün
İthaki Yayınları, 2015
416 Sayfa

- Yurt Gazetesi'nde yayınlamıştır