Alice in den Stadten
Alice Kentlerde
Yön: Wim Wenders
En basit ifadeyle bir yolculuk filmi Alice Kentlerde. İfadeyi açarsak; kayıp bir karakter olan Phil Winter’ın hiçde kolay olmayan kendine, yaşama, gerçeğe yüzünü dönüşünü ve annesinin ortada bıraktığı Alice’in bu mutsuzluk içinde, bulanık çocukluk anılarından bir eve dönüş yolu çizmesini anlatan; ve aslında iki karakterin hikayesini,iki karakter arasındaki uzaklık yakınlık ilişkisi üzerinden işleyen üçüncü bir hikayeyle birleştiren; içe, dışa, yuvaya her anlamda yolculuğu işleyen bir film Alice Kentlerde.
Oyunculuklar için de, filmin tamamı için de sürekli dilime gelen kelimeler; doğal ve yalın. Bir arayışın anlatımı da doğal ve yalın ve bir yolculuğun ritminde olunca o arayış bir şiire dönüşüyor. Evet, bu baştan aşağı bir övgü yazısı. Çünkü Alice Kentlerde, ulaşılması zor bir noktada duruyor. İddiasız, vurgusuz bir anlatımla iddiasız, vurgusuz ama kelimelerinin içinden çıkmak istemediğiniz şiirlerin, öykülerin tadını veriyor.
Kendime ve çevreme sürekli söylediğim bir şey vardı.Siyah beyaz film izlemekte zorlanıyorum diyordum. Filmde oynayan oyuncuların çoktan ölmüş ya da yaşlanmış olmaları beni rahatsız ediyor diyordum. Wim Wenders’ın daha önce izlediğim filmi Zamanın Akışında bir istisnaydı. Tarkovski’nin Ivan’ın Çocukluğu ve Bergman’ın Utanç’ı da diğer istisnalardı. Son olarak Alice Kentlerde bu filmlere eklendi ve hepsine bir açıklamaymış gibi izledim filmi.
Eski filmler beni rahatsız etmeye devam edecek, ancak artık sorunun yalnızca zamana dair kaygılarım olmadığını biliyorum. İstisna olarak öne sürdüğüm filmlerin ortak bir noktası var; o da anlatımlarındaki farklılıklara karşın insani olanı en doğal, yalın haliyle ortaya koymaları.
Özellikle, eski filmlerinde bunu iyi başaran Wim Wenders, bana film çekmenin de bir yolculuk olduğunu ve dış mekanın sürprizlere daha gebe ve seyir keyfini arttıran bir öğe olduğunu hatırlatıyor.
Örneğin bu filmde, bir sahnede yolda giden arabayı bisikletiyle kaldırımdan takip eden bir çocuk var. Muhtemelen o çocuk, çekim sırasında arabadaki kameraya bakıyor ama film içinde sanki yabancı bir arabayı merakla takip eden bir çocuk gibi duruyor. Biz de arabadan keyifle seyrediyoruz çocuğu.
Filmin en sevdiğim sahnesi ise küçük kızın ağlamak için gittiği tuvalette adamın, kızın büyükannesi hangi şehirde olabilirinin cevabını almak için tek tek saydığı sahne. Yine doğal, basit ve güzel.
Filmde, adamın kıza karşı Türk filmlerindeki gibi, hemen a canım, a cicim olmayıp, yer yer mesafeli davranması bir tek gülüşü bile daha değerli hale getirmiş. Aynı durum Zamanın Akışında isimli filminde de mevcut. İki adam başta birbirlerine mesafeliler ama film ilerledikçe bu mesafe de yavaş yavaş kalkıyor.Burada da esas olan paylaşım. Yolculuğun paylaşılması ya da yolculukta paylaşılanlar.
Ve seyirci olarak biz de bu paylaşımın ortağı oluyoruz. Bizim de karakterlerle mesafemiz daralıyor. Belki de Alice Kentlerde filminin tadı burada saklı. Bu yolculuğa dahil olmakta. Bırakmak zorunda kaldığımız Alice saatler sonra bıraktığımız yerde arabaya bindiğinde ve adamın da özlemiş gibi sevinmesinde.
Bir ifademi daha açıklıyor bu film. Hikaye tadında film deyip duruyordum. İşte şimdi budur diyorum. O sakız ifadeyi kullanıyorum; budur. Alice ve Phil’in hikayesi içinde bir kitap okurkenki kadar varolabildiğim için; budur diyorum.
26.02.2009