27 Eylül 2008 Cumartesi

ELLER, YÜZLER, BİR SABAH, BİR NEFES



ne zaman gözlerimi arkaya atsam, adımımı unutsam, ayaklarım bırakıyor yere çekilmeyi. gözlerime saldıran tozlarıyla pis bir rüzgar kapıyor bedenimi. küçük ağızları rüzgarın, şakaklarıma yapışıyor. sürüklüyor, emiyor, sürüklüyor... uğultulu bir karanlığın ardından yorgun, renksiz düşen bedenim, bir sıfır dünyaya uyanıyor. gözlerim ağır, gözlerim çok yük taşıyor.

ayaktaysam, yer çekimindeysem; kim bir ip bağlamışsa üzerime, çekiştiriyor, çeviriyor bedenimi, kendi aynasını tuttuğu yere. kafam 360 derece dönüyor. her köşeye kağıt dağıtıyor sağ elim, herkesle tokalaşıyor. sol elimde sürekli bir titreme. dengelerin bu sürekli dönüşünde, bir bıçağa uzanmaya çalışıyor. düşüyor, kalkıyor, düşüyor... bıçak gerçekten orada mı? sol el bu bağları kesecek; ama titriyor; ama güçlü değil. yorgun düşünce kapanıyor, sıkıyor kendini sabırla. bekliyor, bekliyor. bir ağacın dalı nasıl güçlüyse içinde; ağır, sonsuz bir dengedeyse; ve nasıl zayıfsa, basit bir hamlede kırılmaya açıksa...

yüzüme kavuşmak istiyorum. şu yapışmış gülümsemelerden, perdesi örtülü bakışlardan; ne varsa yüzümde onu bir yüz olmaktan çıkaran; söküp atmak istiyorum. yüzüme yerleşmesin kimse, yüzümde hak istemesin. aynalarınızı tutmayın yüzüme. ne zamanki gerilimlerinden arınır bu yüz; ne zaman ki, yerçekiminde uyanır; gözlerini tanıdığı bir gökyüzüne açar, o zaman bu yüzde hayat başlar, sağ el bırakır oyalamayı, sol el kendini açar; ve kendine sarılır gibi bu yüz, iki avucun arasına kapanır...

şimdi bu ağız kalabalığı dünyayı dinliyorum. herkes bir başarı şarkısı söylüyor; herkes kendince güzel. ritmi arttıranın tükürükleri yayılıyor havaya, usulca söyleyebilenin dünyası güzel. dil tükürüklüdür, dilde kelimeler döllenir. kokuyorsa bir de ağzın, dişlerinde mikroplar besliyorsan senden doğan, düşmesin hiçbir kelime o ağzındaki geneleve.

herkesin yalanını biliyorum, herkesin oyununu. kelimelerin karnındaki kelimeleri. toprağın altı solucan kaynıyor. ama toprak ölmez, toprak en son ölendir, solucanlar ömür bilmez. eşelemiyorum toprağı, herkesi kendi yerinde bırakıyorum. isteyen çıkar, gökyüzüne bakar; isteyen toprağı kazar kazar, ya gider başka topraklara, ya orada ölür...

insan güzel ve çirkin, saf ve kaba. bazen bir otobüs dolusu et yığını, bazen tek başına dünya. ama sesi duyulan, sesi yükselen o her biri ayrı şarkı söyleyen, her biri diğerine doğru tüküren o ucube koro. biri çıkıp da kesin lan dese, dünya dönmeye devam eder mi? elbet eder! bir kısa sessizlik biter, daha yüksek sesle, daha tükürüklü şarkılar yükselir. birbirlerinin sırtlarına tepişip deliler gibi, nereye gittiklerini bilmeden, hızı bilmeden, yuvarlarlar dünyayı bu ucubeler...

sol elim boşa titremiyor; bildiği bir şeyler var. damarımda bir ağacın ağır ritmi, tırnaklarımda sinirlerimin bilediği bir bıçak hissi...

ben yüzüme kavuşmak istiyorum. verdiğiniz kelimeleri kullanmadan yazmak istiyorum şarkımı. o hayat olmayan sularda boğulmadan, kendi toprağımda bir solucana dönüşmeden, mutluluğu gülen aynaları sayarak hesaplamadan... içimde başka bir renk aktığını biliyorum. izini sürüyorum o rengin. benim de gökyüzünü tanıdığım bir sabahım olacak; çocukken tanıdığım gibi; ve o çocuğun avcunu avcuma, yüzüne yüzüme koyacak. getireceğim o sabahı; içten içe şarkımı okuyarak, aktıkça yüzümdeki felç, nefesimle hayatı hayata salarak...

24 EYLÜL 2008
Erdem Şimşek

9 Eylül 2008 Salı

Olanaklı Akılla Bu Kadar!

La Zona
Yasak Bölge
Yön: Rodrigo Pla

Gözetim toplumu üzerine yazılan, çizilenler, eğer işin ehli biri tarafından yazılmamışsa; mesela bir üniversite öğrencisi veya sıradan bir köşe yazarı tarafından yazılmışsa, bana hep aynı sığ sularda yüzen ergenleri okuduğum hissi verir. Derin bir konudur, ama köşebaşları kolay ezber edilir. Sonrasında bahsetmesi keyif vericidir. 1984 gözetim toplumu üzerine konuşma sempatizanlarının ütopyası veya başvuru kitabıdır.

Türkiye'de ilk elde aklıma u konuyu işleyen bir film gelmiyor. 1980'den 84'e sanırım henüz geçilmedi. Önce 1980 halledilmeli, ki onda aynı ergen kulaçların seslerinden başka pek de bir şey yok. Her fikir üreten 1980'den başlıyor işe.

La Zona, kendine ait özerk bir bölgede villa tarzı evlerde yaşayan özerk bir yönetimi, güvenlik birimleri ve jenaratörleri olan bir steril-zenginler dünyasına dışarıdan gelen üç hırsızın girmesiyle gelişen olayları, yabancılara karşı oluşan düşmanlığı, duvarların, kendi aralarında da zamanla uzamasıyla oluşan iç güvensizlikleri, samimiyetsizlikleri ve elbet histeriyi anlatıyor. Ama işin kötüsü bunu steril bir dille yapıyor.

İşin bu yönüne geçmeden bir de yine İspanyol yapımı bir kısa filmden bahsetmeli. 2006 yapımı "Meleksiz Gökyüzü" (Cileo Sin Angeles) daha bir bilimkurgu havasında yine gözetim toplumunu bir ileri çağ havasında anlatır. Ancak yine bir köşe başlarının ezber edilişini izleriz. İzlerken ne olabileceğini tahmin edebiliyoruz. Bir sürpriz yok. Sanki başka bir gezegende böyle yaşayanlar var da onları izliyoruz. Anladığım şey şu ki; bu konuyla ilgilenenler henüz okuduklarını kendi toplumlarında görebilecek yetkinliğe ulaşamamışlar. Deney yapar gibi film çekerek işin sağlamasını bilimkurgu ile yapıyorlar. Bize de "evet işte bu" demek düşüyor anlaşılan.

La Zona'ya dönersek; yanlış olan neydi dersek; bir kere çok temel yanlışlarla karşılaşırız. Yine, yeniden insanlar ya iyi, ya da kötüler. Arada sadece bocalayan, iyinin yanında kalmaya çalışan bir anne ve bir çocuk var. Elbet onlar da ya iyi, ya kötü. Bu iyi-kötü çatışmasında sıradan bir amerikan filmi izliyoruz havası da geziniyor. Herkesi tongaya getirecek bir polis de yine o filmlerden çıkma. Hırsız çocuklar, La Zona dışarısındakiler hep kara, kirli tenli. Her şeyin uçlara çekildiğini hissediyoruz. Azıcık akıllı bir balıksak bu oltaya gelmeyiz rahatça. Görebiliyoruz ki, film, filmde izlediğimiz insanlar gibi olanaklı insanlar tarafından olnaklı akılla çekiliyor. Ve bu olanaklı akıl, pastel renkleri, iyi çekim tekniklerini tercih ediyor. Dahası kanalizasyonları ışıklandırıyor. Steril hayatları anlatırken, dili de steril olarak kullanıyor.

Bu kadar eleştirdim. Peki çok mu kötü film? Hem evet, hem hayır. İşlediği konu ne olsa düşündürüyor insanı. Ama bir artı da konulamamış konuya. En basit ezberle, en basit hatalara düşülmüş. Sonun belli olduğu sahnede "abartmışlar" dedim. Film bittiğinde, yazılarla çıkan müziği duyunca "zaten dertleri bu değilmiş" diye düşündüm. Steril sinema koltuklarından ayrılanları hoşça uğurlamak üzere konformist hayatlara geçici bir fantezi olarak tasarlanmış diyebiliriz pekala...

27 Nisan 2008

4 Eylül 2008 Perşembe

Biga 1,2


Yarım kalan bir defterden ya da projemsiden...

1.

penceresiz bir oda. yatakta uyuyorum. uyanmaya çalışıyorum ama her tarafım tutulmuş. gözlerim açılmıyor. kendi kendime kalk erdem diyorum; kalk, bu oda, bu ev, bu uyklu seni hasta ediyor. zor bela kalkıyorum. holdeyim. evin bütün kapıları bu hole açılıyor. kapılardan biri üç defa sert bir şekilde vuruluyor; korkuyorum; nail'i arıyorum. nail diyorum, napıyorsun, dışarı çıkalım mı? nail, olmaz diyor, ev sahibimle sorunlarım var. orada, o holde, o boğucu evde öyle kalıyorum, başka kimseyi aramak istemiyorum. korkum kapının arkasında. eski ev sahibim, nail'in eski ev sahibi ölmüş, ertesi gün öğreniyorum...

2.

belediye anonsu; ölüm haberi; küçük yerleşimlerde yokluğun daha kolay hissedilişi. artık bir derece oralı oluşumun bir kanıtı olarak anonsun kelimlerini bilişim. bu yine geç bir sabah. yorganın kıvrımlarına yerleşmiş bir sıcaklığım, yorganın üstü soğuk. uykuyla uyanıklık arasında anonsu dinliyorum; ve ölünün ismi söyleniyor; bu ismi tanıyorummelih bey'in babası. melih bey biga'dan tanıdığımız bir insan. babası hastaydı, ölümü bekleniyordu. ama ben babasını hiç görmedim. yine de o sabah beklenen bir ölüm haberi içimi burktu. bile bile bir ölümün beklenmesi, kabullenilmesi kolay değildir. rengn akışının, gidişinin izlenmesi...

tepedeki evde, küçük odamda uyanmak için biraz daha uykuya ihtiyacım vardı; uyudum...